Türk’ün Ulu Atası: “Oğuz Kağan“
(Tanrıkut Mete Han)
Tarih: 12 Eylül 2011 | Bölüm: Türk Uluları, Türkçülük | Yorumlar: 33 Yorum var.
Orta Asya’nın bozkurtları olan Türkler, M.Ö. 234 yılına geldiklerinde Tanrı tarafından Oğuz (Mete) adında bir kişi oğlu ile ödüllendirilmişlerdi. Çin’in kendisini mutlak egemen olarak bildiği ve çevresindeki uluslar üzerinde baskı kurmaya çalıştığı bir dönemde, Orta Asya çok büyük olayların yaşanacağı bir döneme adım atıyordu. Bir cihan imparatorluğu kuracak olan Oğuz Kağan acuna gelmiş ve daha gözlerini açtığı andan itibaren mucizeleriyle kutluluğunu ortaya koymaya başlamıştı…
Türk tarihinin kuşkusuz en büyük kağanlarından biri olan Oğuz Kağan, gerek yazılı kaynaklarda, gerekse de sözlü edebiyatta süregelen Oğuz Destanı‘nda anlatıldığı üzere, yaşamı mucizelerle dolu olan bir Türk yiğididir. Doğduğu gün onun Tanrı’nın kutuna sahip olduğu anlaşılmış ve mucizeleri görülmeye başlamıştır. Yalnızca doğduğu gün annesinden süt emmiş, daha sonra bir daha süt emmemiştir. Çok kısa sürede büyümüş ve bir yaşına girmeden konuşmaya başlamıştır. Yaşını doldurmadan okunu ve yayını alıp ava gittiği ve tüm Türk elinde ününün hızla yayıldığı, yine mitolojik ögeleri de barındıran Türk destanlarında belirtilmektedir.
Oğuz Kağan’ın adı, doğduktan bir süre sonra konulmuştur. Çünkü Türklerde ad verme geleneği böyledir. Gök sakallı ve ay yüzlü bir bilge (bu bazen de çocuğun babası – annesi olur) çocuğun özelliklerine bakarak, ona uygun bir ad verir.1 Hatta bir rivayete göre, Oğuz Kağan kendisine “Oğuz” adının verilmesini kendisi istemiştir. Burada belirtilmesi gereken başka bir konu da, Oğuz Kağan ile Mete Han‘ın aynı kişi olduklarıdır. Oğuz adı, babası Teoman tarafından verilen addır. Mete ise, Çin kaynaklarında Oğuz Kağan’ı belirtmek için kullanılan addır. Orta Asya Türk tarihi hakkında, Türkler tarafından yazılmış yazılı kaynaklar olmadığı veya henüz bulunamadığı için, Türklerin çevresindeki ulusların tarihi kaynaklarına bakarak bilgi edinilir. Bu kaynaklar içinde kuşkusuz en önemli olanları, Çin kaynaklarıdır. Çin kaynaklarında Oğuz Kağan için “Mao-tun” (Mete) diye seslendirilen bir ad kullanılmıştır. Bu sesletim, bugünkü Çinceye göre yapılmaktadır. Eski Çinceye göre sesletim yapılacak olursa, “Bak-tut” biçiminde bir ad karşımıza çıkar. Bu adın da, Eski Türkçedeki “Bağatur” adını karşıladığı düşünülmektedir. Bu bilgiler göz önünde bulundurulursa, Oğuz Kağan’ın adının Bahadır’dan başka bir ad olmadığı da söylenebilir. Fakat Türklerce yaygın olarak kullanılan ve benimsenenler Oğuz ve Mete adlarıdır.
Türk Dilinin Yaşı Sorunu
Tarih: 12 Eylül 2011 | Bölüm: Türkçe | Yorumlar: 2 Yorum var.
Türklük bilimi konuları içinde, birçok farklı görüşün ve tezin ileri sürüldüğü konulardan biri de Türkçenin kaç yaşında olduğudur. Ortaya atılan görüşler içinde, kuşkusuz dikkate değer olanlar vardır; fakat biz, bu alanda çok önemli bir gelişme sağlayarak Türkçenin tarihi gelişimi hakkında farklı bir ivme kazandırmayı başaran Osman Nedim Tuna’nın çalışmasını temele alarak, siz değerli araştırmacılarımızı bilgilendirmeye çalışacağız.
“Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ve Türk Dili’nin Yaşı Meselesi” adlı eserinde, Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, 168 sözcükteki türlü ses denklikleri çerçevesinde ele almakta ve “Sümerlerle Türkler arasında dil bakımından tarihi bir ilgi bulunduğu konusu bu 168 sözcük ve gerekli açıklamalarla kanıtlanmıştır.” demektedir. Bu konuya daha önce yayımladığım “Türkçe – Sümerce İlişkisi” adlı yazımda, bu konuya değinmiştim. Türk dilinin yaşı hakkındaki çalışmalarıyla Tuna, yaptığı belirlemelerin sonucu olarak, “Bugün yaşayan dünya dilleri arasında, en eski yazılı belgeye sahip olan dil, Türk Dili’dir. Bunlar Sümerce tabletlerdeki alıntı sözcüklerdir.” biçiminde çok önemli bir yargıya varmıştır.
Tuna, söz konusu eserinde Türklerin M.Ö. 3500’lerde Türkiye’nin doğusunda bulunduklarını ve Türk Dili’nin zamanımızdan 5500 yıl önce ayrı ve iki kollu bir dil olarak yayıldığını iddia etmekte ve “Eğer doğuştan Sümerlerle temasa geldikleri zamana kadarki çözülme hızı sabitse, İlk Türkçe veya Ana Türkçenin muazzam bir zaman önce yaşamış olması gerekir. Türk Dili’nin arkeoloji araştırmalarından hareketle ileri sürdüğüm yaşı 8500’dür.” demektedir. Tuna’ya göre Türklerin ana yurdu da, bu konudaki yaygın görüş olan Tanrı Dağları ve çevresi değil; Anadolu’nun doğusudur. Eğer Türkler, Sümerlerle bir bağlantı kurabilmişlerse, bunu coğrafi yakınlık olarak da aramak gerektiğini düşünen Tuna, böylece Türklerin ana yurdu hakkında da üzerinde nice çalışmalar yapılabilecek bir konu ortaya atmıştır. Osman Nedim Tuna’nın dışında, birçok dil bilimci Türkçe ile Sümerce arasındaki benzerliklere dikkat çekmiştir. Ünlü Kazak bilgini Olcas Süleyman’ın “Az İ Ya” adlı eseri de bu konuda adı anılması gereken eserlerdendir.
Etimoloji (Köken Bilgisi) ve Etimolojik Sözlükler
Tarih: 12 Eylül 2011 | Bölüm: Türkçe | Yorumlar: 3 Yorum var.
Etimoloji (Fr. etimologie, İng. etymology, Alm. etymologie), dilin söz varlığı içindeki öğeleri, kökenlerine inerek aydınlatmaya yönelen dil incelemeleri alanıdır. Bir başka tabirle köken bilgisi, bir kelimenin ya da dildeki benzer bir kullanımın gelişme sürecinin ilk ortaya çıkışından itibaren izlenmesi hangi dillerde ne şekilde yayıldığının tespit edilerek parça ya da bileşenlerinin analiz edilmesi bilimidir. Bu alandaki çalışmaların başlangıcı Eski Hint’e, Eski Yunan’a kadar uzanmakta, filoloji incelemelerinin en zor, en çok emek isteyen bu dalında, önceleri herhangi bir yöntemden uzak olarak çaba harcanmaktaydı.
En eski dil bilimcilerin yetiştiği yer olduğunu kabul ettiğimiz Eski Hint’te Sanskrit metinleri üzerinde dil bilgisi çalışmaları arasında, M.Ö.5. yüzyılda yaşamış olan Yaska’nın “Nirukta” (kökenbilimi) adlı bir yapıtının bulunduğu, bu bilginin nesnelerle adlar arasında, nesnelerin niteliklerine uyan bir ilişkinin olup olmadığı konusunu Eski Yunan’dan önce irdelediğini biliyoruz. Yaska’nın bugün “göstergenin nedensizliği” olarak nitelediğimiz, nesneyle adın ilişkisinin bulunmadığı gerçeğine daha o zaman ulaştığı da gösterilmektedir.
Eski Yunan’da etimolojiye bir düşünce ve dil bilim sorunu olarak önem verildiği ve onun “gerçeklik bilgisi” olarak nitelenmesine karşın bilimsel yöntem ve sağlam temellerden uzak olarak ele alındığını görüyoruz. Etimoloji terimi de “eytmos” [gerçek] “logos” [bilim] terimlerinden oluşmuştur. Kimi seslere birtakım anlamlar yüklemeye ya da sözcükleri sesçe yakın başka sözcüklere dayanarak açıklamaya yönelen, dolayısıyla yanlış sonuçlara varan o dönemdeki tutum, Latin dilcilerine de geçmiş, örneğin M.Ö.1. yüzyılda Varro, bu türden açıklamalarda bulunmuştur. Ona göre Mars gezegeni, savaşta erkekleri (mares) yönettiği için, terra (yer) de çiğnendiği için (teritur) adlarıyla anılıyordu.
Karşılaştırmalı dil bilim çalışmalarının gelişip düzenli incelemelere dönüşmesiyle köken bilim ciddi bilimsel temellere oturmaya başlamış, özellikle 19. yüzyıldan başlayarak birçok ülkede sağlıklı köken araştırmaları gerçekleştirilmiştir. Özellikle Macaristan, Almanya ve Avusturya gibi batı ülkelerinde anadil öğelerinin aydınlatılması ve elde edilen verilerin sözlük hazırlama çalışmalarına aktarılması için pek çok monografi (tek yazı) yayımlanmıştır.
Köken bilim çalışmalarında sözcüksel birimlerin eldeki en eski kaynaklardaki biçimlerine, bunların tarih boyunca geçirdikleri değişmelere, varsa ilişkide bulunulan diğer dillerdeki biçimlerine uzanılır ve aynı gelişmeleri gösteren benzer yapıdaki öğelerle koşutluk kurularak bunların aydınlatılmasına çalışılır. Bu konuda en yararlı gereçler de tarihsel sözcüklerde bulunmaktadır.
Karşılaştırmalı ilk etimolojik sözlük Hermann Vambéry’nin “Türk-Tatar Dillerinin Etimolojik Sözlüğü”dür. 1978 yılında yayımlanmış olan çalışmadır. Türkolojinin daha başlangıç dönemine ait bir ürün olduğu için yazarın kullanacağı çok az karşılaştırmalı çalışma vardı. Türk dilleriyle ilgili ikinci etimoloji sözlüğü Bedros Keresteciyan’ın çalışmasıdır. Keresteciyan’ın sözlüğü esas olarak Türkçedeki yabancı öğeler, daha çok da Yunanca alıntılar üzerinde durmaktadır. Bu sözlükte kimi Türkçe sözcüklerin Yunanca ya da Ermeniceye bağlanmaya çalışıldığı da görülmektedir. Yalnızca tarihsel değeri olan bu sözlük, 1971’de tıpkıbasım olarak yayımlanmıştır.
Sanat ve Felsefe İlişkisi
Tarih: 12 Eylül 2011 | Bölüm: Felsefe | Yorumlar: 1 Yorum var.
Sanat ve felsefe bazı yönleriyle birbirine uzak uğraşı alanları olarak görülüyorken, bir yandan da aralarında bazı ortaklıklar bulunması nedeniyle birbiriyle sıkı bir ilişki içerisindedir. Sanat ile felsefe arasındaki ortak ve ayrı yönleri belirlemede belki de bizim için hareket noktası oluşturacak düşünce, sanatın daha çok dış dünyadaki varlıkların insanlar üzerinde uyandırdığı duyguları anlatmaya çalışması; felsefenin ise dış dünyadaki o varlıkların iç yapısına ulaşmaya çalışarak, mantıksal düşünce ile daha soyut ve derin gerçeklere ulaşmaya çalışmasıdır.
Sanatçılar, daha çok gözle görülen şekillerin insanlarda uyandırdığı duygusal heyecanı ve duygulardaki sürükleyici hazları hissetmeye ve onları türlü yollarla ifade etmeye çalışırlar. Filozoflar ise daha genel ve soyut düşüncelerle uğraşarak, mantıksal boyutta birbirine bağlı konuları öznel bir biçimde incelemeye çalışırlar. Bir gerçeğin etrafında örülü çehredeki güzelliği bulan sanatçı, çehrenin altındaki gerçeğin varlığını ve çözümlemesini yapmaya çalışan ise filozoftur.
Karlı dağların doruklarından süzülerek gelen suların karıştığı coşkun bir akarsuyun kenarında kurulmuş olan küçük bir evin günün ilk ışıklarıyla aydınlanan bahçesinde kendi hâlinde uğraşan bir adamın varlığını tasavvur edelim. Bu manzara, bir ressam için görsel anlam taşımaktadır ve ince ayrıntılarına kadar resmedilebilecek kadar değerli bir anı ifade etmektedir. Fakat aynı durum karşısında, sanatçılığın gerektirdiği öznel duyumsayış ve düşünüşten uzak biçimde manzarayı sorgulayan ve o görüntünün doğa – insan etkileşimi içinde bizlere sunduğu gerçeği ortaya çıkarmaya çalışan kişi filozof olacaktır.