Türk Tarihinin Genel Değerlendirmesi
Tarih: 12 Ağustos 2011 | Bölüm: Tarih ve Kültür | Yorumlar: Yorum yok.
Çin kaynaklarına göre Türklerin tarih sahnesine ilk çıkışları Asya’da Köğmen Dağları’nda idi. Modern tarihçilerin araştırmaları da bu efsaneyi doğrulamaktadır. Nitekim en eski kalıntılara Köğmen dağlarında rastlanmıştır. Köğmen dağlarının kuzey eteklerinde Türkçe adı Kem olan Yenisey ırmağındaki Tagar Adası’nda kalıntıları ilk defa bulunan ve M.Ö. VII. yüzyılda başlayan Tagar adını alan kültür en eski Türklere atf edilmektedir. Tagar kültürü Karasuk kültürü denilen ve M.Ö. II. bine kadar uzanan aynı kıyılarda gelişmiş eski bir kültüre dayanmaktaydı.
Tagar kültürünün verdiği tesirler, doğuya, Göktürk kitabelerinin Ötüken Yış dediği Hangay dağları silsilesi ve Orkun ırmağı kıyılarında “Yassı Taşlar” kültürüne ve Çin’in kuzey sınırına, Ordos, yani “Ordular” denen bölgeye, Türkçe Yaşıl Ögüz denen Hoang-ho (Sarı Su) nehrine varmakta idi. Doğu’da Türklerin yoğun yaşadıkları sahaların sonunda, Sarı Deniz’e doğru Tunguzlar, onların güneyinde Mongoloid ırklardan Çinliler ve Tibetliler ile karışık olarak, yine proto-Türkler ve Türkler yaşıyordu. Çinlilerin “Chou” adını verdiği, Türk olması muhtemel bir boy, bugünkü Çin’in kuzeyinde bir devlet kurmuştu (M.Ö. 1050-249).
Batı’da ise Tagar kültürünün ilişkileri, Türkçe adı Altın Yış olan Altay bölgesi ve Altay’ın Mayemir kültürü bölgesi ile başlıyordu. Oradan da Kama ve İtil ırmakları kıyılarına ve Hazar Denizi’ne uzanıyordu. Türk boylarının yayılma bölgesinin batısında, İranlılarla karışık, fakat Türkler ve Doğu ile de ilgileri olan Saka (İskit) göçebeleri bulunuyordu.
Türk Tarihi Üzerine Çalışmalar
Tarih: 12 Ağustos 2011 | Bölüm: Tarih ve Kültür | Yorumlar: Yorum yok.
Türklerin dört bin yıllık bilinen tarihlerinde, başta Asya, daha sonra da Avrupa ve Afrika kıt’alarında çok değişik coğrafyalarda devlet kurmaları ve yaşamaları, her zaman dünyanın ilgisi çekmiştir. Zira dörtbin yıllık bu uzun dönemde, Çin, Hint, Fars, Bizans, Arap ve nihayet Batı kültürü ile karşı karşıya gelen ve iç içe yaşayan Türklerin, benliklerini kaybetmemeleri, sahip oldukları öz kültürlerini devam ettirmeleri, kendilerinin de ne denli sağlam bir kültüre sahip olduklarını ispat ederken bu medeniyetler arasında etkileşimin ölçüsü hep merak edilmiştir. Bilhassa Karadeniz’in Kuzeyinden Doğu Avrupa’ya, oradan da İtalya ve Fransa içlerine kadar ilerleyen çeşitli Türk kavimlerinin bıraktıkları etkiler ve daha sonra Balkanlarda oluşan Türk asıllı devletler bu ilgiyi daha da artırmıştır. Nihayet doğu-batı ticareti ve İslâm dünyasına hakim olan Türklerin ulaştıkları medeniyetin Batı üzerindeki tesiri, Batılı müsteşriklerin ve seyyahların eserlerine konu olmuştur.
Genel olarak Türk tarihinin temel kaynakları arasında Çin İmparator günlükleri, Arap ve Fars kaynakları, resim, şekil ve damgalar, yazıtlar ve arkeolojik buluntular en önemlileri olarak yer almaktadır. İşte Türk tarihine ait çalışmalar da bu kaynaklara dayanmıştır. Özellikle Çin İmparator günlükleri İngilizceye çevrilirken, ağırlıklı olarak Ruslar tarafından gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda elde edilen değerli buluntular, Türk tarihinin sağlam kaynaklarını oluşturmuştur. Daha 1675 yılında Çin’e gönderilen Rus elçisi Nicolaie Milescu tarafından Yenisey’de görülen yazıtlar, İsveçli Yüzbaşı Johann Philipp Tabbert’in Das nord-und östliche Teil von Europa und Asia (Avrupa ve Asya’nın Kuzey ve Doğu Bölümü) adıyla Stockholm’de 1730 yılında yayımladığı kitabıyla ilim âlemine tanıtılmıştı. Buna karşılık Orhun yazıtları, Nikolay Mihayloviç Yadrintsev’in başkanlığındaki Rus heyeti tarafından 18 Temmuz 1889 tarihinde bulunmuştur.
Dil Devrimi
Tarih: 2 Ağustos 2011 | Bölüm: Türk Dili | Yorumlar: 1 Yorum var.
Dil Devrimi, 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin (şimdiki Türk Dil Kurumu) kuruluşu ile başlayan ve dilimizi tarihî dönemlerin getirdiği pürüzlerden arındırarak, sağlıklı bir gelişme rayına oturtma yönündeki çalışmaların tümüne verilen addır. Başka bir anlatımla, İstiklâl Savaşı’nın kazanılmasından ve Cumhuriyet rejiminin kurulmasından sonra, Atatürk’ün gerçekleştirdiği ulusal temeldeki sosyal yenileşme hareketlerinin dille ilgili bölümüdür.
Atatürk, kurduğu devletin yapısını, bir yandan Türk toplumunun tarihî şartlardan kaynaklanan sosyal ihtiyaçlarını karşılama, bir yandan da geleceğini sağlam temeller üzerine yerleştirme amacı güden bir yenilikçi olduğu için, gerçekleştirdiği devrimlerin bir tarihî dayanağı bir de geleceğe uzanan yönü vardır. Bu nedenle Atatürk devrimlerinin tarihî dayanağını ve fikir temellerini bilmeden onları gerektiği gibi kavramak mümkün değildir.
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasî ve sosyal şartlar ile geçirdiği felâketler dizisini yakından izlemiş olan Mustafa Kemal, imparatorluğun yıkılışının büyük çapta kökleri sosyal temellere dayanan çöküntülerden ileri geldiğini biliyordu. Avrupa XV. yüzyıldan başlayarak Rönesans ve Reform hareketleriyle fikir alanında büyük gelişmeler gösterirken, Osmanlı Devleti, bağlı bulunduğu siyasî yapı ve dogmatik şeriat düzeni yüzünden kendi içine kapandığı ve çağın gelişmelerine ayak uyduramadığı için XVI. yüzyıldan sonra hızla gerileme sürecine girmiş bulunuyordu. 1839’da Tanzimat’la başlatılan Batılılaşma hareketi de beklenen verimi sağlayamamıştı. Bu dönemde yapılan düzeltme denemeleriyle çözüm bekleyen sosyal sorunlara kısmî çareler aranmış; ama bunları toplum yapısına sindirecek köklü önlemler alınamadığı için olumlu sonuçlara ulaşılamamıştı. Bu nedenledir ki, Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’in ilânından sonra, Türk milletinin bağımsızlığını bir bütün olarak ele almış ve sosyal yenileşme niteliğindeki devrimleri de bu bağımsızlık bütününün birbirine bağlı halkaları olarak kabul etmiştir. Bu bakımdan, Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı devlet felsefesi ile yapılan devrimlerin dayandığı fikir temelleri arasında tam bir koşutluk vardır.
Güneş Dil Teorisi – Zeynep Korkmaz
Tarih: 2 Ağustos 2011 | Bölüm: Türk Dili | Yorumlar: 1 Yorum var.
Güneş-Dil Teorisi, Türk dilinin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşünün dilbilim temellerine dayandırılabileceği görüşünden güç alan bir teoridir. 1934-1936 yılları, Atatürk’ün aynı zamanda Türkçenin ve öteki dünya dillerinin kökenine eğilme yönündeki çalışmalara ilgi gösterdiği yıllardır. Teorinin ilham kaynağı Viyanalı Dr. Hermann F. Kivergitsch’in Atatürk’e gönderdiği 41 sayfalık basılmamış bir incelemesidir.
Bilindiği gibi, dillerin doğuşu konusunda dilbilimciler arasında birbirinden farklı görüş ve açıklama eğilimleri yer almıştır. Bazı dilbilimciler, ilk insanın konuşmasını çeşitli tabiat olayları ile ilgili sesleri taklit etme eğilimine bağlarken bazıları da bu konuda sosyoloji ve antropoloji yöntemine başvurmuşlardır.
Viyana Üniversitesi’nde yetişmiş olan Kıvergitsch, sosyoloji ve antropoloji yöntemi ile elde ettiği bilgileri, S. Freud’un psikanaliz görüşleri ile birleştirerek dil akrabalıklarının araştırılmasında kullanmak istemiştir. Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi adlı incelemesinde ileri sürdüğü teorinin özü, Türkçenin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşünün bazı ses değişme ve gelişmelerine bağlanmasıdır. Bu temel görüşten yararlanarak Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili adlı kitapçığı hazırlamış olan Atatürk, teoriden iki şekilde yararlanmak istemiştir:
a. Türk milletine; eski, köklü tarihi ile olduğu kadar, eski ve köklü dili ile de gurur duyabileceğinin aşılanması,
b. 1932-1936 yılları arasındaki özleştirme çalışmalarında temel alınan tasfiyeciliğin frenlenmesi.
Mademki Türkçe öteki dillere de kaynaklık etmiş bir dildir, o hâlde, dilimize girerek benimsenmiş olan sözlerin de dilden atılmasına gerek kalmamıştır. Böylece, dili özleştirme çalışmalarında, tasfiyecilik yönündeki aşırı tutumun önü frenlenmiş oluyordu. Nitekim, Atatürk 1936 yılında dil konusunda yaptığı bir sohbet sırasında: “Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim: ‘ketebe’, ‘yektübü’ Arabındır; ‘kâtip’, ‘mektup’ Türkündür” diyordu. O, bu sözleriyle, elbette tarihî görevini tamamlamış olan Osmanlı Türkçesine dönüşü kastetmemiştir. Çok açık olarak halkın diline girip benimsenmiş olan sözlerin değil, daha üzerinden yabancı damgasını atamamış olan sözlerin üzerinde durulması gereğine işaret ederek gidilecek doğru yolu belirlemiştir.