Eski Türklerde Mezar Geleneği
Tarih: 30 Temmuz 2011 | Bölüm: Tarih ve Kültür, Türk Tarihi - Kültürü | Yorumlar: 3 Yorum var.
Ulus niteliği kazanmış her toplumun, ölünün ardından anılarını yaşatmak için bir takım usûl ve âdetler meydana getirdiği bir gerçektir. Çok eski tarihten beri ana yurtları Orta Asya başta olmak üzere bilinen eski dünyanın hemen her bölgesinde sürelerce görülen hükümranlığı ve çeşitli bölgelerdeki geçici ve daimi yerleşimleri sırasında, bazı etnik grupların tesiriyle Türklerin gelenekselleşmiş çok değişik usûl ve âdetleri olmuştur.
Bu ûsul ve âdetleri, Türklerin İslâmiyet’i kabulünden evvel ve sonra diye iki ana grupta toplamak mümkündür. Ancak İslâmiyet’in kabulünden sonra da, İslâmiyet’ten evvel oluşan usûl ve âdetlere bazı yerlerde kısmen değişik görülmekle beraber rastlamaktayız.
Şamanizm, Maniheizm ve Budizm dinlerine inanan Türklerin, bu dinlere dayalı ölüm ile ilgili düşünce ve inançları mezar geleneklerine yansımıştır. Eski Türklerde “tenâsuh-ruh göçü” inancını ilkel bir şekilde de olsa, görmekteyiz. Göçebe Şaman Türklerde ölümden sonra ruhun kuş gibi uçup, geldiği yere gittiğine inanılırdı. Orhun Yazıtlarından anlaşıldığına göre, insan ruhu öldükten sonra kuş veya böcek şekline girmekte ve ölen hakkında “uçtu” denilmektedir. Yine Orhun Yazıtlarına dayanarak “ölümle, uçmakla” özdeşleştirilen kergek-bolmak deyimini izahını: O. N. Tuna, bunun bıldırcın türünden bir kuşa işaret etmekte olduğunu ve bu ismin etimolojisinin, “kanatlarını yelken gibi havaya gerici” anlamına geldiğini belirtmektedir. Batı Türklerinde, İslâmiyet’in kabûlünden sonra dahi “öldü” yerine “Şunkar boldu” yani “Şahin” oldu deyimi kullanılmaktadır. 15. yüzyılda yazılmış Şükrullah’ın Behçet Üttevârih’inde ölüm şöyle yorumlanmıştır: “Sonunda ecel doğanı Orhan Beğe de pence vurup yüce uçmağa çekti.”
Şamanizm ise, Türklerin genel olarak eski ve milli dini kabul edilen, ancak daha çok yaradılış, evren, dünya, ölüm, sevinç, keder gibi değişik konularda düşünce, inanç ve bunlarla ilgili geleneklerin tamamını kapsayan, Türklere has bir yoldur. Etkinliği zamanla azalarak bir kısım usûl ve âdetlerle günümüze de ulaşan Şamanizm’in, en çok Budizm ve Zerdüştçülük ile birlikte yürümesi keyfiyetini A. İnan şöyle yorumlamıştır: “… Şamanizm’de taassup, başka dinlere karşı düşmanlık olmadığından en eski çağlardan beri, türlü dinlerin tesirinde altında kalmış, yabancı dinlerden çok unsur almıştır. Zerdüşt’ün iyiliği temsil eden Hürmüz’tâsı, Budizm’in Maytarı Tengere’si Altaylı’nın “Panteonuna” Şaman tanrıları sıfatıyla yerleşmiştir.
Türklerde Tarih ve Kültüründe “At”
Tarih: 30 Temmuz 2011 | Bölüm: Türk Tarihi - Kültürü | Yorumlar: 1 Yorum var.
Türkler, atı hem ekonomik varlık olarak hem de binit ve savaş aracı olarak değerlendiriyorlardı. Eski Türk hayatında atın önemi, ekonomik değerinden çok onun bir savaş aracı olarak kullanılmasından ileri geliyordu. Süvari tekniğini bulan yani ata binen ilk kavim Türklerdir. Başta Çinliler olmak üzere bütün Avrupalı kavimler, ata binmeyi Türklerden öğrenmişlerdir. Eski Türk orduları, büyük ölçüde atlı birliklere dayanıyordu. At, binicisine son derece yüksek hareket, sürat ve manevra üstünlüğü sağlıyordu. Türklerin büyük devletler kurarak, geniş sahalara ve birçok kavme birden hükmedebilmeleri at sayesinde mümkün olabilmiştir. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türklerde devlet, at üzerinde kurulmakta ve at üzerinde yönetilmekteydi.
Göçebe Türk’ün günlük hayatında da en çok kullandığı vasıta at idi. Diyebiliriz ki, göçebe Türk’ün hayatının büyük bir kısmı at üzerinde geçmekteydi. Tarihî kayıtlara göre, atlarına âdeta “yapışmış gibi” binen Hun Türkleri, “tabiî ihtiyaçlarını gidermek için dahi atlarından inmezlerdi. At sırtında alış-veriş yaparlar, yerler içerler; hatta atın ince boynuna sarılarak uyuyabilirler ve güzel rüyalar görürlerdi. At sırtında istişare etmek suretiyle önemli kararlar verirlerdi”.
Türkler, çok kısa mesafeyi bile yürümeye üşenirlerdi. Çadırın önünde daima koşumlu bir iki at bulunurdu. Bu durum, konar-göçer hayat tarzlarını son zamanlara kadar devam ettiren Orta Asya Türklerinde aynen korunmuştur. Çocuklar da çok küçük yaşlardan itibaren ata binmeyi öğrenirlerdi. Üç-dört yaşındaki çocuklar için özel eyer takımları bile vardı. Daha da önemlisi, anasının yardımından yeni kurtularak ayakta durabilen bir Hun çocuğunun yanı başında eyerlenmiş bir ata rast gelmek mümkündü.
Eski Türklerde yetişkin hayvanlara genellikle “at”, “yund”, “göçüt” gibi isimler verilmekteydi. Bu isimler arasında en çok “at” ismi kullanılmaktaydı. Öte yandan, günümüzde olduğu gibi, eskiden de hayvanın yavrusuna “kulun”, bir veya iki yaşına ulaşmış hayvan yavrusuna da, “tay” denmekteydi. Tay, üç yaşından itibaren, dişi ise doğuracak, erkek ise binilecek duruma gelmekteydi. Bu duruma göre, doğuracak yaşa ulaşmış olan hayvan “kısrak”, binilecek duruma gelmiş olan hayvan da “at” ifadeleriyle anılmaktaydı. Ayrıca erkek hayvana “aygır” (adgır) da denmekteydi. Bunlardan at, binmek için, aygır da kısrakların yüğrülmesi (çiftleşmesi) için kullanılmaktaydı. Binit olarak seçilen at, genellikle “iğdiş” edilmekteydi. Bu suretle at, daha dayanıklı hale gelmekteydi. İğdiş edilmiş ata “beçel” denmekteydi.
Büyüğünden küçüğüne kadar bütün hayvanlar (aygır, at, kısrak, tay, kulun), aynı sürü içinde toplanmaktaydı. Bu sürüye “yılkı” denmekteydi. Türklerin vadiler dolusu at sürüleri vardı. Bir Arap seyyahının tespitine göre, bunların sayısı bazen 15 bini bulmaktaydı. Hayvanların her biri, özel bir işaretle damgalanmaktaydı. Sürülerin karışması halinde her aile kendi hayvanını bu damga vasıtasıyla tanımaktaydı.
Türk Bayrakları (Tarihten Günümüze)
Tarih: 28 Temmuz 2011 | Bölüm: Türk Bayrakları, Türk Tarihi - Kültürü | Yorumlar: 8 Yorum var.
Tarihte Türkler kadar devlet kuran, böylesine teşkilatçı başka bir millet daha yoktur. Binlerce yıllık Türk tarihi içinde, bir günde devlet yıkıp bir gecede hanlık kuran yüce Türk Ulusu’nun geçmişten günümüze kurmuş olduğu devletlerin (ancak bayrakları bilinenlerin) bayrakları, aşağıda verilmiştir.
Büyük Hun İmparatorluğu
|
Batı Hun İmparatorluğu
|
Avrupa Hun İmparatorluğu
|
Ak Hun İmparatorluğu
|
Göktürk İmparatorluğu
|
Uygur Devleti
|
Avar İmparatorluğu
|
Hazar İmparatorluğu
|
Altınordu Devleti
|
Karahanlılar Devleti
|
Gazneliler Devleti
|
Büyük Selçuklu İmparatorluğu
|
Harzemşahlar Devleti
|
Büyük Timur İmparatorluğu
|
Babür İmparatorluğu
|
Osmanlı İmparatorluğu
|
Türkiye Cumhuriyeti Devleti
|
Azerbaycan Devleti
|
Özbekistan Devleti
|
Kazakistan Devleti
|
Türkmenistan Devleti
|
Türklerin Ana Yurdu
Tarih: 28 Temmuz 2011 | Bölüm: Genel | Yorumlar: 12 Yorum var.
Eski Türklerin tarihi göçlerden önce oturdukları ana yurdun neresi olduğu problemi, geçtiğimiz yüzyıldan itibaren tartışılan bir konudur. Batılı araştırmacıların çoğu problemi kendi uğraştıkları bilim dalları açısından ele aldıklarından bu konuda farklı sonuçlara varmışlardır. Tarihçiler Çin kaynaklarına dayanarak Altay Dağları‘nı ve etrafını Türklerin ilk ana yurdu olarak kabul etmişlerdir. Sanat tarihçileri Tanrı dağları – kuzeybatı Asya sahasını ana yurt olarak belirtmişlerdir. Bazı kültür tarihçileri ise İrtiş Nehri – Urallar arasını veya Altaylar – Kırgız bozkırları arasını veya Baykal Gölü’nün güneybatısını ana yurt olarak göstermişlerdir.
Türkler M.Ö. 2000 yılından daha eski çağlarda, Orta Asya’da Sayan-Altay dağlarının kuzeybatı bölgesinde, Ye-nisey ırmağı boylarında yaşıyorlardı. M.Ö. 1500′lerde oturdukları geniş bölge Sayan dağlarından Altaylar’a ve Tanrı dağlarına kadar iniyor, batıda Urallar’a kadar uzanıyor, güneyde Balkaş gölünü, güneybatıda Aral gölünü, Hazar denizini ve kuzeydoğu bozkırlarını içine alıyordu.
M.Ö. 1100 yıllarından itibaren Türkler ilk yurtlarını boşaltarak Altaylar’a inmiş, Türkistan’a (Doğu ve Batı Türkistan) yerleşmişlerdi. M.Ö. yedinci yüzyılda, Ordos, Volga ve Kuzeybatı Asya olmak üzere üç yöne göç yapılmıştı: Yakut Türkleri Kuzeydoğu Sibirya’ya göç etmişti. Onlarla bir süre yaşayan Çuvaşlar ise batıya yönelerek Ural dağlarının güneyine indiler.