Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu / 2
Tarih: 2 Aralık 2011 | Bölüm: Önemli Türkologlar | Yorumlar: Yorum yok.
Germiyan Beyliğinde Şeyhoğlu Sadrüddin Merzuban-name ile Kabus-name’yi Germiyanoğlu Süleyman Şah adına Farsçadan çevirmiştir. Merzuban-name aslı Hintçe olan öğretici hayvan hikâyeleridir. Sadrüddin’in Farsçadan yaptığı bu çeviri Zeynep Korkmaz tarafından yayımlanmıştır (1973). Kabus- name de Farsça bir nasihatname olup öğretici bir eserdir. II. Murad’ın emriyle Mercimek Ahmed’in sade bir dille yaptığı Kabus-name çevirisi bastırılmıştır. (O. Ş. Gökyay, İstanbul, 1944) Şeyhoğlu Mustafa’da 1387’de yazdığı 7640 kayıtlı büyük mesnevîsi Hurşid-nâme’yi de Germiyan Beyi Süleyman Şah adına yazmıştı. Candaroğullarından İsfendiyar Beyin adına Cevâhirü’l-esdâf adıyla Kur’an çevirisi yapılmıştır.
Beylikler zamanında hayvan bakımı ile ilgili olarak Baytar-nâme çevirisi avcılıkla ilgili Bâz-nâme, kıymetli taşlar hakkında Cevâhir-nâme, rüyaları açıklayan Tabir-nâme gibi pratik hayatta yararlı olan eserler de yazılmıştır. Beyliklerin başındaki beyler yazarları, şairleri, sanatkârları koruyarak beyliklerini kültür ve sanat yönünden değerli ve güzel eserlerle zenginleştirmişlerdir. Camiler, medreseler, hanlar, hamamlar gibi yapılarda mimarlar kendilerine özgü değerli buluşlar göstermişlerdir. Taş ve tahta işçiliğinde insanı hayrette bırakan incelikte ve güzellikte sanat eserleri yaratılmıştı.
Yukarıda Beylikler Döneminde yazılmış olan eserlerden çok kısa olarak söz edebildim. Bu dönemde yazılmış olan bütün eserler hakkında benim Türk Ansiklopedisi’ne yazdığım Eski Türk Edebiyatı maddesinde daha geniş bilgi bulunmaktadır (cilt XXXII, 1982, s. 80-134) 14. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Gülşehrî ile Âşık Paşa iki büyük mutasavvıf şairdir. Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr ve Âşık Paşanın Garib-nâme adlı mesnevileri halka tasavvufu öğretmek için yazılmış iki önemli eserdir. Adı Süleyman olan Gülşehrî Ahi Evren’in dervişidir. Gülşehrî Kırşehir (Gülşehir)’de kurduğu tekkesinde tasavvufu özellikler de Mevlevîliği yaymıştır. Gülşehrî Mantıku’t-tayr adlı eserini 1317’de bitirir. Eser İranlı tanınmış mutasavvıf şair Feridüddin Attâr’ın Mantıku’t-tayr adlı eserinden yapılmış bir çeviridir. Ancak Attâr’ın eserinin tam bir çevirisi değildir. Attâr’ın eserine bazı yerlere Mevlâna’nın Mesnevî’sinden, Kelile ve Dimne’den, Kabus-name’den alınmış olan metne uygun hikâyeler konularak yapılmış bir çeviridir. Böylece Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı telif bir eser hâlini almıştır. Gülşehrî Mantıku’t-tayr’ın içinde Kudûrî (972-1037) den fıkıhla ilgili manzum bir çeviri yaptığını yazmışsa da eser elde yoktur. Gülşehrî bir gazelinde kasideler, gazeller yazdığını söyler. Ancak elimizde yalnız yedi gazeli vardır. (A. Sırrı Levend, Mantıku’t-tayr, TDK yayını, tıpkı basım, s. 30-31) Gülşehrî’nin tasavvuf konusunda Farsça olarak yazıdğı Felek-nâme (Sadettin Kocatürk, Ankara 1982) ile Kerâmât-ı Ahi Evren (Franz Taeschner, Wiesbaden 1955) yayımlanmıştır. Bu son eserin Gülşehrî’nin olduğu şüphelidir. Gülşehrî’nin bir şair olduğu Mantıku’t-tayr’ı ile gazellerinden anlaşılmaktadır. Gülşehrî’nin dili sade, üslubu akıcıdır. Şiirlerinde şairliği ile övünmüş olduğundan çağdaşı şair Ahmedî tarafından eleştirilmiştir.
Âşık Paşa da Gülşehrî gibi 14. yüzyılın önemli bir kültür merkezi olan Kırşehir’dendir. Âşık Paşa’nın dedesi Baba İlyas Anadolu’ya Horasan’dan gelmiştir. Babası Muhlis Paşa Anadolu’da doğmuştur. Kırşehir’de doğan Âşık Paşa iyi bir öğrenim görmüş, Arapçayı, Farsçayı ve İslami ilimleri öğrenmiştir. Oğlu Elvan Çelebi Menâkıbu’l-Kudsiye’sinde yazdığına göre Âşık Paşa dünya işleri ile uğraşmayıp kendisini yalnız tasavvufa vermiş bir mutasavvıftır. 10 bin beytin üzerinde olan Garib-nâme eserini halka tasavvufu öğretmek için yazmıştır. Mevlâna’nın Mesnevi ile halka tasavvufu öğretmek ve yaymak isteğini Âşık Paşa Türk diliyle yazarak yerine getirmiştir. Âşık Paşa’nın 1330’da bitirdiği Garib-nâme’de Türk diline kimsenin önem vermemesi ve Türklerin hiç beğenilmemesi yüzünden millî duygularını yaralamıştır. Garib-nâme’de dile getirdiği yakınmaları arasındaki ”Türk diline kimesne bakmazıdı Türklere hergiz gönül akmazıdı” beytiyle Türk’e ve Türkçeye önem verilmesini istemiştir. Âşık Paşa’nın bu ünlü beyti dilini seven her Türk için geniş anlamlı özlü bir söz, bir uyarıdır. Türk Dil Kurumu Garib-nâme’nin güzel bir yazma nüshasının metnini tıpkıbasım olarak 4 cilt hâlinde yayımlamıştır (İstanbul 2000). Eser Kemal Yavuz tarafından baskıya hazırlanmıştır.
Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu
Tarih: 2 Aralık 2011 | Bölüm: Önemli Türkologlar | Yorumlar: Yorum yok.
Mesut Çetintaş’ın Hasibe Mazıoğlu ile yaptığı söyleşiden…
-Sayın Mazıoğlu biraz kendinizden bahseder misiniz? Gördüğünüz eğitim, yetiştiğiniz çevre hakkında neler söylersiniz? Neden Türkoloji gibi bir alanı seçtiniz?
Burada özel yaşamımı ve meslek hayatımı ayrıntılı olarak yeniden anlatmak istemiyorum. Harward Üniversitesi yayınlarından Journal of Turkish Studies (Türklük Araştırmaları) 21 1977, Hasibe Mazıoğlu Armağanı I-III ile Bütün Yönleriyle Develi, Bilgi Şöleni, 26-28 Ekim 2002, Bildiriler, s. 425-429’da özel yaşamım ve meslek hayatımla ilgili bilgi bulunmaktadır. Bu ikisinde bulunan bilgilere doğum yerim, doğum tarihim yetiştiğim çevre ve ailemle ilgili olarak şunları ekleyebilirim:
Bana ‘Nerelisin?’ diye sorduklarında: ‘Öğünmek gibi olmasın, Kayseriliyim’ derim. Aslında Kayseri’nin ilçesi olan Develi’denim. Kayseri ile Develi arasında Erciyes Dağı vardır. Yalnız, Develi’den Erciyes’in görünüşü değişiktir. Kayseri yönü kayalıklı, muhteşem tek bir zirvedir. Develi’den ise düzgün üç zirve hâlinde görünür. Çok az yükseklikte olan ortadaki zirvenin üzerinden yaz aylarında bile kar hiç eksik olmaz. Develi’nin konumu Kayseri’den daha yüksekte, Erciyes’e daha yakın olduğundan yazları serin olur. Kayseri ile Develi arası 80 km olup Kayseri-Adana tren yolu üzerindeki Kayseri’nin İncesu ilçesinden ayrılan asfalt bir yolla Erciyes’in güneyinde bulunan Develi’ye varılır. Develi’nin bulunduğu yer sapa olup ticarete elverişli değildir. Bundan dolayı gençler ancak okuyarak iyi bir gelecek elde edebilirler. Bu yüzden Develi’de bütün çocuklar okutulur.
Develi’nin eski adı Everek’ti. Selçuklular zamanında Everek’e 4 km uzaklıktaki tepenin üzerinde Dev Ali adındaki bir Selçuklu kahramanı, askerî yönden önemli olan Kayseri-Adana yolunun gözetlenmesi için bir gözetleme yeri kurmuş. Dev Ali adının halk tarafından zamanla Develi biçiminde söylenmesinin yer adı olarak kullanıldığı halkın anlattığı etimolojik bir açıklamadır. Cumhuriyet’ten sonra Everek adı kullanılmamış, Develi bütün ilçenin adı olmuştur. Selçukluların kurduğu gözetleme yeri olan Develi, Yukarı Develi adıyla Develi ilçesinin bir mahallesidir. Bu yüzden XIX. yüzyılın tanınmış halk şairlerinden Seyranî hakkında yayımlanmış ilk eserde Everek adının belirtilmesi gerekli görülmüş olup: “Ahmet Hazım, Everekli Sânihât-ı Seyranî, 1924” yazılmıştır.
Develi’de eskiden Ermeni ve Rum çokmuş Ermenilerin çoğu “tehcir” olayında Suriye’ye gönderilmiş. Rumların hepsi mübadele yoluyla değiştirilerek Yunanistan’a gitmişler, Türklerle evlenen Rum kadınlardan çocuğunu bırakıp gidenler olmuş. Çocukları olan Ermeni kadınlar Türk adları alıp Müslüman olduklarını söyleyerek Develi’de kalmışlardır. Erkek çocuklar büyüyünce ayakkabıcılık, terzilik, marangozluk gibi işler yaparlardı. Kadınların hepsinin kıyafeti aynı olup kalın siyah kumaştan etek ve üstlük giyerlerdi. Bunun yas kıyafeti olduğunu sanıyorum. Genç kadın ve kızların giyinişi normal ve sade idi. Cumhuriyet Döneminde pazar günleri kiliseye giderek ayinlerini rahat yaparlardı. Develi’de kalanlar birer birer İstanbul’a göçtüler ve çok zengin oldular. Ancak yeşil Everek’i hâlâ unutmadıklarını söylerler.
Develi’nin Türk halkı XII. ve XIII. yüzyıllarda Orta Asya’dan birbiri ardınca sürekli olarak Anadolu’ya gelen Oğuz Türklerinden güneyde Maraş yoluyla gelmiş olan Türkmen aşiretleridir. Bu tarihî yerleşme dolayısıyla Develi halkı ile Kayseri halkı arasında Erciyes Dağı kadar fark vardır. Bu yüzdendir ki ben de Kayseri’de işe yaramayan okumuşlar sınıfındanım.
Prof. Dr. Efrasiyap Gemalmaz
Tarih: 2 Aralık 2011 | Bölüm: Önemli Türkologlar | Yorumlar: 1 Yorum var.
Belgin Tezcan Aksu’nun Efrasiyap Gemalmaz ile yaptığı söyleşiden…
8.9.1937 tarihinde Erzurum’da doğan sayın Gemalmaz üniversite hayatına Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji Bölümünde başlamasına rağmen ailevi sebeplerle Erzurum’da Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi bünyesinde yeni açılmış olan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden 1963 yılında mezun olmuştur. 1966-1968 yılları arasında Fransa’da Strasbourg Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türkçe Okutmanı olarak çalışmış, 1973 yılında “Erzurum İli Ağızları” konulu doktora tezini savunarak Atatürk Üniversitesinde Edebiyat Doktoru unvanını almış, 1978 tarihinde Doçentlik kadrosuna atanmıştır. 1989 yılında YÖK tarafından Türk Dil Kurumu üyeliğine seçilen sayın Gemalmaz, 1993 yılında profesör olmuştur. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Dekan Yardımcısı ve Fakülte Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulunmuş ve 2001 yılında emekli olmuştur. Hâlen bilgisayar dilleri ve tabii dillerin -özellikle Türkçenin- bilgisayar yardımıyla incelenmesi konularında kişisel olarak çalışmakta olan sayın Gemalmaz ile Türk dili konusunda yaptığımız söyleşiyi sunuyorum:
-Türkçe sizce yazıldığı gibi okunan bir dil midir?
Türkçeyi öğrenenlere, doğru telaffuz ve doğru imla kazandırmak için, önce, Türkçe öğretiminde düstur hâline getirdiğimiz “Türkçe yazıldığı gibi okunur ve söylendiği gibi yazılır.” sloganını zihinlerden silmemiz gerekir. Şunu bilmeliyiz ki en gelişmiş fonetik alfabe bile bir dilin doğru telaffuz inceliklerini yazıya aktarmakta yetersiz kalır. Konuşma dili ve yazı dili ayrı ayrı öğrenilmeli ve öğretilmelidir. Birincisi işitme, ikincisi görme yoluyla algılanır. Bu iki yol arasındaki ilişki ancak zihinde gerçekleştirilen karmaşık bir işlem sonucunda kurulur.
-Türkçe, fiil veya isim köklerine ekler getirerek yeni kelimeler oluşturma imkânı tanıyan eklemeli bir dildir. Buradan yola çıkarak şu anda okullarda kullanılan tümden gelim metodunu değerlendirir misiniz?
Diller insanların haberleşme ihtiyacını karşılamak üzere oluşturulmuş birer avadanlık, birer alet takımıdır. Her alet takımı gibi bir dilin de kendine özgü kullanım yöntemleri vardır. Bu alet takımının belli başlı parçaları, söz konusu dilin, soyut bir alet çantası olarak görebileceğimiz sözlüğünde; bu parçaların kullanımıyla ilgili bilgiler de yine bir kullanım kılavuzu olarak görebileceğimiz o dilin dil bilgisi kitaplarında yer alır. Bu alet takımı ve bu alet takımının kullanım yöntemleri, her alet takımında olduğu gibi ya kişinin yakınlarından bir şekilde -aynı ortamda uğraşmak gibi, bağışlama, miras gibi- devralınır ya da ödenen bir bedel karşılığında -ders araçları gibi, ders gibi- satın alınır. Hangi yolla alınmış olursa olsun, dil öğreniminde en doğal yol, her zanaat ve sanatta olduğu gibi, sınama yanılma yoludur. Kullanımda, haberleşmenin ürünü olarak seslendirilmiş veya yazıya geçirilmiş ifadeler vardır. Bu ifadelerin ihtiyacımız doğrultusunda benzerlerinin üretilebilmesini sağlamak için, önce bunlara ilgi duymamız ve duyurmamız, bunların ayrıntılarını kavramamız ve kavratmamız gerekir. Bu sebeple öğrenirken ve öğretirken bütünden parçaya gitmek; üretimde ustalık kazanmak ve kazandırmak için de parçalardan bütüne giden alıştırmalar yapmak ve yaptırmak gerekir. Alfabe ezberleyerek ve ezberleterek, ses, harf, hece tarif ederek, zihinleri dil bilgisi terimleri ve bu terimlerin tarifleriyle doldurarak dil öğrenilemez ve öğretilemez.Türkçenin Tarihi, Orhun Abideleri, Anlatım Bozuklukları, Cümlenin Öğeleri, Yazım ve Noktalama, Türkoloji Makaleleri, Edebiyat Nedir?, Alfabelerimiz, Atasözleri, Bulmacalar, Edebi Sanatlar, Sınav Soruları, Kpss, Oks, Öss, Bunları Biliyor musunuz?, Özlü Sözler, Güzel Sözler, Türkçe, Edebiyat, Masallar, Destanlar, Astroloji, Roman Özetleri
Prof. Dr. Nevzat Gözaydın
Tarih: 1 Aralık 2011 | Bölüm: Önemli Türkologlar | Yorumlar: Yorum yok.
Ayda Konukoğlu’nun Nevzat Gözaydın ile yaptığı söyleşiden…
– Sayın Gözaydın bize kendinizden söz eder misiniz?
Ankara’da 1938 yılında doğmuşum. Babam MSB Emekli Şubesinde bir sivil memur ve annem ev hanımı. Beş kardeşten ortadakiyim; bir erkek bir kız benden büyük ve küçük… İlkokulu Denizciler Caddesi ile Anafartalar Caddesi arasında kalan İstiklâl Mahallesi’ndeki büyük ve eski bir konağın selamlık bölümünde erkek çocuklarla birlikte İstiklâl İlkokulunda 4. sınıfa kadar okudum. Kız çocukları konağın harem bölümünde, Albayrak İlkokulunda okurlardı. O güzelim koca konak yok artık! Son yılı sınıf yokluğundan kale yolundaki Ulus İlkokulunda bitirdikten sonra Sıhhiye’deki Atatürk Lisesinin orta kısmına yazıldım ve liseyi de orada tamamladım. Çok sıkı disiplinli, fevkalade değerli ve bilgili öğretmenlerim oldu. Türkçe ve edebiyat derslerine gelen öğretmenlerim arasında Cahit Okurer, Şükrü Elçin, Şeref Tarlan, Hicran Aktürk ve Fevziye Abdullah Tansel’in de etkileriyle kendime bu dalı yol olarak seçtim.
O zamanlar YÖK ve ÖSYM olmadığından serbestçe dilediğim dal olan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü (DTCF’de) seçip giriş kartımı aldım ve kürsü başkanı Prof. Kenan Akyüz’e bu öğretmenlerimin adlarını sayınca ancak kartımı onaylatıp imzalatabildim. 1958’in Ekim ayında derslere başladığımızda birinci sınıfta 17 kişiydik (5 askerî, 3 erkek, 9 kız öğrenci). Burada Necmettin Halil Onan (sadece 2 ay), Seyid Yüksel, Ali Gündüz Akıncı, Hasibe Mazıoğlu, Zeynep Korkmaz, Saadet Çağatay, Vecihe Hatipoğlu, Ahmet Temir, Hasan Eren hocalarımızdı. Genel Türk Tarihi dalında Şinasi Altındağ, M. Altay Köymen, Farsçada Walther Björkman, Meliha Anbarcıoğlu, Arapçada Şevkiye İnalcık’tan dersler aldım. Yeni açılan Tiyatro bölümünde İrfan Şahinbaş, Bedretttin Tuncel, Cüneyt Gökçer’in derslerini izledim. İngilizcemi Hamit Dereli ve A. Edip Uysal ile geliştirdim. Sözün kısası her şeyiyle mükemmel bir kadro sayesinde DTCF’de yoğruldum.