Mustafa Şekip Tunç
Tarih: 27 Haziran 2014 | Bölüm: M | Yorumlar: Yorum yok.
Bergson felsefesinin Türkiye’deki ilk büyük temsilcisi olan Mustafa Şekip, esas sahası psikoloji olduğu için, felsefî izahların da psikolojiye ağırlık vermiştir. O, felsefeyi şeyler üzerine düşünmeyi davet eden bir marifet olarak kabul eder. Mustafa Şekip, Bergson felsefesinde de yeni bir hayat ve fikir dinamizmi, yeni bir ilim ve felsefe zihniyeti bulduğu için, Bergsonculuğu benimsemiş, Bergson’un eserlerini çevirmiş, felsefesinin yorumlarını yaparak yaymıştır.
Bergson felsefesi, esas itibarıyla spiritualist bir felsefe olarak mekanik ve determinist felsefelere karşıdır. Mustafa Şekip de bu bakımdan spiritualist bir felsefecidir. O, bilginin elde ediliş tarzı bakımından daima sezgisel olduğunu, dolayısıyla “hikmet” vasfını taşıdığını ileri sürer. O da Bergson gibi, soyut bir felsefe değil, gerçeklerden kaynağını alan, yaşanabilen hayali olmayan bir felsefe taraftarıdır. Bu açıdan onun farklı bir felsefeyi benimsediğini söylemek daha doğru olur.
Pragmatik felsefe temsilcilerinin İstiklâl Savaşı’nı, pragmatik felsefe açısından yorumlaması gibi Bergsoncu felsefenin tarafları da, mekanist ve materyalist düşünceye karşı olarak başarının sırrının, rakam, ölçü ve müspet ilimde değil, canlıların hayat mücadelesindeki “hayat hamlesi”nde olduğunu söylediler. Bu anlayışla Mustafa Şekip, Yahya Kemal, Yakup Kadri, Fevzi Lütfi, İstiklâl Savaşı’nın zaferini niceliğe karşı niteliğin, mekanizme karşı yaratıcı hayat hamlesinin (elan vitale) zaferi olarak yorumlamışlardı. Bunu, Necip Fazıl’ın Maraş’ın müdafası ile ilgili bir piyesindeki Ferhat’ın uzun tiradından açık bir şekilde bulmak mümkündür.
Elmalılı Hamdi Yazır
Tarih: 26 Haziran 2014 | Bölüm: E | Yorumlar: Yorum yok.
Muhammet Hamdi Yazır, Batı felsefesiyle yakından ilgilenmiş Paul Janet’nin “Histoire de la Philosophie”nin metafizik kısmını “Metalip ve Mezahip” adıyla Türkçeye çevirmişti. Çeviriye yazdığı uzun “Dibace”de felsefe-din münasebeti bağlamında İslâm felsefesinin bir çeşit sorgulamasını yapmış, İslâm’ı felsefenin en tabiî sığınağı olarak göstermiştir.
Muhammet Hamdi Yazır, terakki (ilerlemeyi) mazideki kıymetleri değişime uğratarak yeni keşiflerde bulunmak, gelişmiş kıymetler halinde ortaya koymak, eskilerin servetine yenilerin servetlerini ilave etmek şeklinde ifade etmiştir. O da geleceği geçmişle, çağdaş bilim ve düşüncenin senteziyle kurmak ister.
Muhammet Hamdi Yazır, felsefeyi, daha çok bir eleştiri eylemi olarak kabul eder. Felsefe, toplumun varoluşunda ve sağlam olarak devamında büyük rolü olan dinî dikkate almalıdır. Bu bakımdan Muhammet Hamdi Yazır, felsefî düşüncenin ulaştığı son nokta olarak “din felsefesi”ni tespit eder. O, Batı felsefesinin, uzun seyri içinde hep tevhide ulaşmak gayreti içinde olduğunu söyleyerek onu bu gayretinde takdir eder. Muhammet Hamdi Yazır, gelenekle geleceği uzlaştırarak, “Beka içinde yenilenme, yenilenme içinde beka” veya özde sabit kalarak devamlı değişme formülünü savunmuştur.
Nazım Hikmet Ran
Tarih: 26 Haziran 2014 | Bölüm: N | Yorumlar: Yorum yok.
Marksist ideolojiye bağlananların, bilhassa 1990’dan sonra, en büyük moral kaynağı, onların tek ilâhı olan Nazım Hikmet, gençliğinde ırkçı denilebilecek kadar Türkçü şiirler yazmış, “Ağa Camii” şiirinde, Ağa Camii’nin Beyoğlu kirli muhitinde yalnızlığına acımış, onun bu halini görünce “Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım, Allah’ımın adını daha çok candan andım” demiş şiirin sonunu da şöyle bitirmiştir:
“Ey bu camiin ruhu bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlanmayan bu yer,
Bir gün harap olmazsa Türk’ün kılıç kınıyla
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla”
Nazım Hikmet, kirli ortamından, günahkâr yuvalarından dolayı bütün bir Beyoğlu’nun baştan başa yanmasını isterken, komünist ideolojiye sıkı sıkıya bağlandıktan sonra, bu ideoloji için hayatını feda etmiştir. Sadece hayatını değil, benliğini, insanlık şuur ve haysiyetini ideolojisi adına makineye teslim etmiştir.
Nazım Hikmet, “Makinalaşmak” isimli şiirinde;
“Trrrarum trrrrum, trarrrum,
Trak tiki tak!
Makinalaşmak istiyorum!” diyor.
Makineleşmek isteği “beyninden, elinden, iskeletinden geliyormuş; her dinamoyu altına almak için çıldırıyormuş, tükürüklü dili bakır telleri yalıyormuş, damarlarında, lokomotifleri kovalıyormuş.” Karnına bir “türbin oturtup” kuyruğuna da “çift uskur taktığı gün” “Bahtiyar” olacakmış. Bir insan üretim aşkına da olsa, insanlığını, insanlık şuurunu terk edip bu kadar otomatlaşabilir mi? Maddeci felsefe adına, tekniğe ve teknolojiye teslimiyetini zirve örneği Nazım Hikmet’tir. “Yeni İnsan, Yeni Toplum”da Erich Fromm, insanın emeğini putlaştırmasını ve ona teslim olmasını gerçek putperestlik olarak niteliyor. İnsanın emeğiyle kafasıyla yapılmış olan bir makine olup, robot gibi takır tukur çalışmak, makineye ve tekniğe teslim olmaktır, insan emeğine kurban etmektir.
Sabahattin Eyüboğlu
Tarih: 25 Haziran 2014 | Bölüm: S | Yorumlar: Yorum yok.
Cumhuriyet döneminde başka bir kimlik arayan aydınlardan olup, Mavi Anadoluculuk hareketinin, daha çok, sözcülüğünü yapmıştır. Burada esas fikir, bütün tarihiyle Anadolulu olmaktır. Batıcılık, bu akımda bir itici güç idi, ama Sabahattin Eyüboğlu, Batı taklitçiliğine ve hayranlığına da karşıdır. Yahya Kemal “Mektepten memlekete” sloganının etkisiyle Anadolu’ya dönmek gerektiğine inandı. Sabahattin Eyüboğlu, Anadolu’yu fethettiğimiz için bu memleketin bizim olmadığını; daha önce de bir sürü kavmin burayı fethettiklerini, ama sonunda Anadolu’nun onların malı olmayıp, onların Anadolu’nun malı haline geldiğini ileri sürer. Halkımızın tarihinin Anadolu’nun tarihi olduğunu söyleyerek Türk tarihinin bütünlüğünü kabul etmez.
O, bizde Yunan sevgisinin çok daha önce başlayabileceğini; Anadolu’da Hristiyanların yıktığı antik eserlerin yanında bizimkilerin hiç kaldığını, Bizans’ın yıkıp kilise yaptığı antik eserlerin saymakla bitmediğini, bizim kiliseleri cami yaparak koruduğumuzu söyler ve Türkiye’nin asıl köklerinin Türkiye olduğunda ısrar eder. Sabahattin Eyüboğlu, “Yunus Emre Üstüne” kitabının önsözünde, Yunus’u, bu topraklarda yaşamış Hitit, Pagan, Urartu, Hıristiyan, Müslüman bütün yurttaşlarımızın sözcüsü görüyor.
Sabahattin Eyüboğlu, Yunus Emre’yi İslâmî bütün hüviyetinden soymuş, onu emekçi, devrimci yapmıştır. 1972’de İstanbul’da yapılan Milletlerarası Yunus Emre Kongresi’nde Talat Halman’la birlikte, Yunus’u, Türk edebiyatında insanı ilk Tanrı ilan eden kimse olarak tanıtmış; bu fikrin yanlışlığını ifade için Mehmet Kaplan ve H. Ziya Ülken söz almışlardır. Sabahattin Eyüboğlu’nun hümanizminde medeniyet yaratan Türk’ün ve İslâm’ın yeri yoktur. İslâm’ı “Mızraklı İlmihal”den ibaret görüyor. Marx ile mızraklı ilmihali denk tutuyor. Bir taraftan da İslâm’ı öğreten resmî faaliyetlere karşı çıkıyor.