Prof. Dr. Saim Sakaoğlu
Tarih: 2 Aralık 2011 | Bölüm: Önemli Türkologlar | Yorumlar: Yorum yok.
Elif KARAKUŞ’un Saim Sakaoğlu ile yaptığı bir söyleşiden…
– Sayın Sakaoğlu, bize kendinizden söz eder misiniz?
Kendimi biraz farklı bir biçimde, biraz da uzunca tanıtacağım. Böylece, bazı sorularınızı da önceden cevaplandırmış olacağım. Bu, biraz hayatım, biraz da bilimimin tarihçesi olacaktır.
Doğum tarihimi, o eskinin 28 sayfalık Hüviyet Cüzdanı, 20 Mart 1939 olarak gösteriyor. Galiba biraz geç yazılmışım. Araştırmalarıma göre bu tarih 28 Şubat olmalı… Yani 20 günlük bir gecikme var. Günlerden ise salı. Fala filan inanmam ama meraklısı için hatırlatayım, burcum Balık imiş!
Doğum yerim ise Konya’nın en eski mahallelerinden biri: Fahrünnisa Mahallesi. Bugün dört caddeye dağılan mahallemizin en ünlü caddesi ise evimizin bulunduğu Çaybaşı Caddesi. Caddenin ünlü olması benden değil, benim bir kitabımdan kaynaklanıyor. 2000 ve 2002 yıllarında iki baskısı yapılan Çaybaşı Yazıları adlı kitabım, pek çok bölümün yanında 80 kadar da renkli fotoğrafıyla, ilk defa bir yerleşim yerine bağlı caddenin değerlendirilmesini içine alıyor… Sekseni geçen yaşıyla, hâlâ 22 numarayı taşıyan iki kanatlı kapıdan girilen, iki katlı kerpiç evimiz ise yaşlanmanın izlerini göstermeye başladı.
Mahallemizin adı, Hz. Mevlâna’nın hanım öğrencilerinden Fahrünnisa Hatun’un, aynı adı taşıyan caminin avlusunda gömülü olmasından kaynaklanıyor. Caddemizin adı ise, bir zamanlar Konya’nın üçte birinin bağ ve bahçelerini sulayan suların akıp gittiği çaydan geliyor. Barajların suya gem vurmasıyla öksüz kalan çayımız, 1970’li yılların başında kanalizasyona çevriliverdi.
Babam, aynı mahalle eşrafından olan Hacı Hasan Efendi’nin dört çocuğunun ikincisi ve ilk oğlu olan [hattat, hafız] Mehmet (1318-1975)’tir. Annem ise, o dönemin geçerli mesleklerinden biriyle uğraşan Nalbantların Salih [Köseoğlu] Efendi’nin dört çocuğunun üçüncüsü ve tek kızı olan Zeliha (1318-1999)’dır. Ninelerim ise sırasıyla Fatma ve Emine adlarını taşımaktadır.
İlk ağabeyim daha Cumhuriyet ilan edilmeden doğmuş ve ölmüş; Mustafa Kemal. Hâlen hayattaki ağabeyim Hasan da 1923’te doğmuş. Evin tek kızı Hayriye Karpuzoğlu 1927-1959 yılları arasında yaşadı. Ben, evin küçüğü, “tekne kazıntısı”, ablamdan 12 yaş küçüğüm; 1939. Beni annemle birlikte ablam büyütmüş, birazını ben de hatırlıyorum.
Prof. Dr. Saim Sakaoğlu / 2
Tarih: 2 Aralık 2011 | Bölüm: Önemli Türkologlar | Yorumlar: Yorum yok.
– Türk Dil Kurumunca yayımlanan dergileri değerlendirir misiniz? Yazı Kurulu üyesi olarak Türk Dili dergisi ve gelen yazılar konusunda neler düşünüyorsunuz?
Kurumumuzun yayımladığı dergileri bir hatırlayınız. 50 yaşlarını aşan aylık Türk Dili ve yıllık Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten ile onuncu yılına doğru yol alan Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi. Aylık dergi üzerinde ayrıca duracağım için öbürlerine kısaca değinmek istiyorum. Kısaca Belleten diye tanınan yıllık dergimiz bilimselliği tartışılmaz dil ve edebiyat yazılarının yer aldığı bir hazinedir. 1995’te yayımlanan dizinine şöyle bir bakmak bile onun nelerle zenginleştiğini görmemizi sağlayacaktır. En genç dergimiz ise Türk dünyasını dil ve edebiyat yazılarına yer vermesi açısından önemlidir. Ayrıca bilgi alışverişinin yapıldığı bir sergidir âdeta. Her ikisinde de yazılarımın yer alması, doğrusu bana mutluluk vermektedir.
Aylık dergimize, 626 aylık Türk Dili’ne gelince söyleyecek epey sözümüz var. Dergiyle lise yıllarımda, galiba 1956’da tanıştım. O yıllarda dergiyi gazete satıcısından alıyor, okuyordum. Bir yaz günü, Konya’da biraz da sahhaf sayılabilecek bir kitapçının dükkânının önünde, farklı ve dikkati çeken kapaklarıyla birkaç dergi gördüm. Bunlar Türk Dili’nin ilk sayılarıydı. Hepsini alıverdim. Ve hep aldım, abone oldum. Yurt dışında iken bile aboneliğimi devam ettirdim. 1969 yılında da eksiklerimi tamamladım. Bu dergi çok sevdiğim birkaç dergiden biridir. Ben, 1999’un Ocak ayından beri (sayı 565), dergimizin Yazı Kurulu üyesiyim. Bu işi severek, isteyerek ve zevkle yapıyorum. Ben daha çok şiir ve hikâye ile tanıtma, edebiyat ve halk bilimi konulu yazıları inceliyorum.
Dergimize gelen yazıların ağırlığını şiirler oluşturuyor. Hatta şairlerimiz 8-10 şiirini birden gönderiyorlar. Birkaç hikâyecimiz var; güzel yazıyorlar, biz de sıra ile yayımlıyoruz. Tabii başka hikâyecilerimiz de var.
Bilim yazılarımız daha çok dille, biraz da edebiyatla ilgili. Uzunluğu ve konusu gereği Belleten’e veya Türk Dünyası’na gönderilmesi gerekenleri oralara aktarıyoruz.
Dergimize gençler de ilgi gösterip şiir ve hikâyelerini gönderiyorlar; onları da değerlendiriyoruz. Hemen şunu belirteyim ki artık günümüzde herkes her dergiye yazı vermiyor, göndermiyor. Bunu, “Herkes belli dergilerde yazıyor.” diye de özetleyebiliriz. Özel sayılar için yazı istememiz yadırganmamalı. Bir de doğum ve ölüm yılları 0 ve 5’li yıllarına rastlayanlar için özel yazı isteklerimiz oluyor. Özetlersek, Türk Dili üzerine düşeni yapıyor.
– Sürekli yazdığınız dergi var mı? Bunlar hangileridir?
Sürekli yazdığım dergi sayısı fazla değildir. Türk Dili dergimize epeydir yazıyorum. Konya’da üç aylık ve mevsim adlarına göre yayımlanan Meram dergisinde de yazılarım çıkıyor. Bu yıllarda daha çok kitap yayınlarıyla uğraştığım için doğrusu sürekli yazmaya zaman kalmıyor. Ayrıca, araya giren onca konu (bildiri, rapor, konferans vb.) da engellerin başında gelmektedir.
Prof. Dr. Sadık Tural
Tarih: 2 Aralık 2011 | Bölüm: Önemli Türkologlar | Yorumlar: 1 Yorum var.
Betül EYÖVGE YILMAZ’un Sadık TURAL ile yaptığı bir söyleşiden…
-Sayın Hocam, bize kendinizden söz eder misiniz?
7 Temmuz 1946 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin yarattığı bir sanayi şehri olan Kırıkkale’de Kemal Beyin çocuğu ve beş kardeşin en büyüğü olarak dünyaya geldim. Hacettepe Üniversitesinde bilim hayatına başladım. Doktora, doçentlik ve profesörlük işlemleri ile unvanlarını da Hacettepe Üniversitesinde aldım. 1989 Aralıktan itibaren Almanya’da görev yaptım. Almanya dönüşünde Ağustos 1989 itibarıyla Gazi Üniversitesine geçtim. 1993 yılında Atatürk Yüksek Kurumunun bağlı kuruluşlarından Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığına getirildim. 14 Ağustos 2000’den beri de Atatürk Yüksek Kurumu Başkanlığını yürütüyorum. Evli, bir çocukluyum.
-Kitap ve dergi yayınlarınızdan bahseder misiniz?
Kendi imzamla yirmi bir, ortak çalışma hâlinde imzayla yirmi bir olmak üzere bir öbek kitabın sahibiyim. Divan, Yeni Divan, Erdem dergilerini bir süre yönettim; Arış ve Bilge dergilerini kurup yaşattım. Elliye yakın farklı dergide imzamı taşıyan fikirlerim ve yorumlarım ile biçimlenen yazılar yer aldı. Geniş bir yayınlar listesi bu sohbetin konusu olmamalı…
-UNESCO dâhil olmak üzere birçok kuruluşta da göreviniz var. Onlardan değil de aldığınız ödüllerden söz eder misiniz?
Gerek ülkemde gerek başka ülkelerde, yaptığımız çalışmaları ve hizmetleri yeterli bulan kadirbilir tutumların sonucunda, ödüller, armağanlar, üyelikler, teşekkür belge ve plaketleri aldım; ancak, bunları milletimin öz malı sayarım ve bunun listelenmesinden de hoşlanmadığımı ifade etmek isterim. Şöyle söylesem daha mı doğru olur, yoksa bir haset sağanağına muhatap mı olurum, bilmem; ama, içimden bu cümle geçer: Yaptıklarım ve yaşadıklarım başkaları tarafından araştırılmalı ve değerlendirilmeli. Bunların ifadesi benden çok, kadirbilir, insaf sahibi, kıskançlığa yenik düşmeyecek gelecek kuşaklarındır.
Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu / 2
Tarih: 2 Aralık 2011 | Bölüm: Önemli Türkologlar | Yorumlar: Yorum yok.
Germiyan Beyliğinde Şeyhoğlu Sadrüddin Merzuban-name ile Kabus-name’yi Germiyanoğlu Süleyman Şah adına Farsçadan çevirmiştir. Merzuban-name aslı Hintçe olan öğretici hayvan hikâyeleridir. Sadrüddin’in Farsçadan yaptığı bu çeviri Zeynep Korkmaz tarafından yayımlanmıştır (1973). Kabus- name de Farsça bir nasihatname olup öğretici bir eserdir. II. Murad’ın emriyle Mercimek Ahmed’in sade bir dille yaptığı Kabus-name çevirisi bastırılmıştır. (O. Ş. Gökyay, İstanbul, 1944) Şeyhoğlu Mustafa’da 1387’de yazdığı 7640 kayıtlı büyük mesnevîsi Hurşid-nâme’yi de Germiyan Beyi Süleyman Şah adına yazmıştı. Candaroğullarından İsfendiyar Beyin adına Cevâhirü’l-esdâf adıyla Kur’an çevirisi yapılmıştır.
Beylikler zamanında hayvan bakımı ile ilgili olarak Baytar-nâme çevirisi avcılıkla ilgili Bâz-nâme, kıymetli taşlar hakkında Cevâhir-nâme, rüyaları açıklayan Tabir-nâme gibi pratik hayatta yararlı olan eserler de yazılmıştır. Beyliklerin başındaki beyler yazarları, şairleri, sanatkârları koruyarak beyliklerini kültür ve sanat yönünden değerli ve güzel eserlerle zenginleştirmişlerdir. Camiler, medreseler, hanlar, hamamlar gibi yapılarda mimarlar kendilerine özgü değerli buluşlar göstermişlerdir. Taş ve tahta işçiliğinde insanı hayrette bırakan incelikte ve güzellikte sanat eserleri yaratılmıştı.
Yukarıda Beylikler Döneminde yazılmış olan eserlerden çok kısa olarak söz edebildim. Bu dönemde yazılmış olan bütün eserler hakkında benim Türk Ansiklopedisi’ne yazdığım Eski Türk Edebiyatı maddesinde daha geniş bilgi bulunmaktadır (cilt XXXII, 1982, s. 80-134) 14. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Gülşehrî ile Âşık Paşa iki büyük mutasavvıf şairdir. Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr ve Âşık Paşanın Garib-nâme adlı mesnevileri halka tasavvufu öğretmek için yazılmış iki önemli eserdir. Adı Süleyman olan Gülşehrî Ahi Evren’in dervişidir. Gülşehrî Kırşehir (Gülşehir)’de kurduğu tekkesinde tasavvufu özellikler de Mevlevîliği yaymıştır. Gülşehrî Mantıku’t-tayr adlı eserini 1317’de bitirir. Eser İranlı tanınmış mutasavvıf şair Feridüddin Attâr’ın Mantıku’t-tayr adlı eserinden yapılmış bir çeviridir. Ancak Attâr’ın eserinin tam bir çevirisi değildir. Attâr’ın eserine bazı yerlere Mevlâna’nın Mesnevî’sinden, Kelile ve Dimne’den, Kabus-name’den alınmış olan metne uygun hikâyeler konularak yapılmış bir çeviridir. Böylece Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr’ı telif bir eser hâlini almıştır. Gülşehrî Mantıku’t-tayr’ın içinde Kudûrî (972-1037) den fıkıhla ilgili manzum bir çeviri yaptığını yazmışsa da eser elde yoktur. Gülşehrî bir gazelinde kasideler, gazeller yazdığını söyler. Ancak elimizde yalnız yedi gazeli vardır. (A. Sırrı Levend, Mantıku’t-tayr, TDK yayını, tıpkı basım, s. 30-31) Gülşehrî’nin tasavvuf konusunda Farsça olarak yazıdğı Felek-nâme (Sadettin Kocatürk, Ankara 1982) ile Kerâmât-ı Ahi Evren (Franz Taeschner, Wiesbaden 1955) yayımlanmıştır. Bu son eserin Gülşehrî’nin olduğu şüphelidir. Gülşehrî’nin bir şair olduğu Mantıku’t-tayr’ı ile gazellerinden anlaşılmaktadır. Gülşehrî’nin dili sade, üslubu akıcıdır. Şiirlerinde şairliği ile övünmüş olduğundan çağdaşı şair Ahmedî tarafından eleştirilmiştir.
Âşık Paşa da Gülşehrî gibi 14. yüzyılın önemli bir kültür merkezi olan Kırşehir’dendir. Âşık Paşa’nın dedesi Baba İlyas Anadolu’ya Horasan’dan gelmiştir. Babası Muhlis Paşa Anadolu’da doğmuştur. Kırşehir’de doğan Âşık Paşa iyi bir öğrenim görmüş, Arapçayı, Farsçayı ve İslami ilimleri öğrenmiştir. Oğlu Elvan Çelebi Menâkıbu’l-Kudsiye’sinde yazdığına göre Âşık Paşa dünya işleri ile uğraşmayıp kendisini yalnız tasavvufa vermiş bir mutasavvıftır. 10 bin beytin üzerinde olan Garib-nâme eserini halka tasavvufu öğretmek için yazmıştır. Mevlâna’nın Mesnevi ile halka tasavvufu öğretmek ve yaymak isteğini Âşık Paşa Türk diliyle yazarak yerine getirmiştir. Âşık Paşa’nın 1330’da bitirdiği Garib-nâme’de Türk diline kimsenin önem vermemesi ve Türklerin hiç beğenilmemesi yüzünden millî duygularını yaralamıştır. Garib-nâme’de dile getirdiği yakınmaları arasındaki ”Türk diline kimesne bakmazıdı Türklere hergiz gönül akmazıdı” beytiyle Türk’e ve Türkçeye önem verilmesini istemiştir. Âşık Paşa’nın bu ünlü beyti dilini seven her Türk için geniş anlamlı özlü bir söz, bir uyarıdır. Türk Dil Kurumu Garib-nâme’nin güzel bir yazma nüshasının metnini tıpkıbasım olarak 4 cilt hâlinde yayımlamıştır (İstanbul 2000). Eser Kemal Yavuz tarafından baskıya hazırlanmıştır.