- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Türkçeye Kıyan Bilim Adamları

türkçeye kıyan bilim adamlarıTürkçenin bugün sürüklenmiş bulunduğu çıkmazdan haklı şikâyetleri olanlar sık sık yakınıyorlar: – Üniversitenin dil ve edebiyat hocaları ne güne duruyor? Niçin bu gidişe karşı çıkmıyor? Sesini yükseltmiyor, haykırmıyor? Onların susması, gidilen yolu benimsedikleri, işlenen hataları kabul ettikleri manasına mı gelir? Bunu ilim adamlarının kabullenmesi yahut hoş görmesi mümkün müdür? Böyle ilim adamlığı olur mu? Meydan, birtakım kendini bilmezlere bırakılır mı?

Her gün dostlarımızdan, talebelerimizden dinlediğimiz bu çeşit tenkitler ve sitemler o kadar hakh, o kadar yerindedir ki, meselenin içinde bulunan bir kimse sıfatıyla kendilerine katılmamaya imkân yoktur.
Gerçekten, üniversitelerimizin, hususiyle dil, edebiyat ve kültür dersi hocaları dil konusunda birleşik bir cephe teşkil edemiyorlar. Başka meselelerde anlaşsalar bile, dil meselesinde biri eş emiyorlar.
Oysaki, “akıl için yol bir” olduğu gibi, ilim için de yol birdir. Doğru bir türlüdür, hakikat tektir. Yani “bir“dir. Fakat yazık ki, dil meselesi bahis konusu olduğu zaman bazı kimseler ilmi de, doğruyu da, hakikati de unutmaktadırlar. Bir köşeye itilmektedirler. Ne bildiklerinin, ne İnandıklarının, ne de ilim adamlığının omuzlarına yüklediği manevî sorumluluğun icaplarını yerine getirmektedirler. Yazık, çok yazık! Bu neden böyle oluyor?

Çoğumuzun, gerçek ilim adamlığı vasfını kazanmamış olmamızdan! Bilindiği gibi ilim adamlığı şu dört vasfa mutlak surette sahip olmayı gerektirir Bunlarla kaimdir:
a. Çalışarak, araştırma ve inceleme yaparak elde edilen doğru ve kat’î bilgi.
b. Belli kademelerden geçilerek alınan akademik unvanlar.
c. Çalışmama, bilginin, hakikatin ve omuzdaki akademik unvanın manevi ağırlığının bilgin kişiye kazandırdığı ilmi zihniyet, ilmi düşünce.
d. Bütün bunlar sayesinde kazanılmış olan cesaret ve şahsiyet. Bildiklerini, düşündüklerini ve inandıklarım rahatça, açıkça söyleyebilme cesareti. Sonra da, kendine ait bu fikirleri her çeşit tesir ve baskıya karşı savunacak seviyede şahsiyet.



İşte ancak bu mühim vasıfların tamamını şahsında toplamış olan kimse, gerçek ilim adamıdır. Üniversite hocalığına, bilgin sıfatına lâyıktır. İlim geleneği kurulmuş ileri ülkelerde yegâne ölçü budur. Kürsüler, cübbeler ve unvanlar sonra gelir. Bizde ise tam aksine, ilim adamlığı, birtakım akademik unvanları taşımaktan ibarettir. Üstelik bu sıfatlar ne şekilde elde edilmiş olursa olsun, mesele değildir. İlmi zihniyet, hakikate saygı, cesaret ve şahsiyet daima ikinci plândadır. Hatta çok zaman lüzumsuz bile sayılır.

İlim adamlığı bu derece kolay ve basit olunca da, gününü doldurmak suretiyle de olsa, birer “doktor, doçent, profesör” unvanı koparabilen herkes ‘”bilgin” edası ile ortaya çıkmaktadır. Artık kimsenin ona bir şey söylemeye hakkı yoktur. “Ben profesörüm” diyerek söze başlar ve yine, “ben ilim adamıyım, ben üniversite hocasıyım” diye son verir. Düşüncelerini, ilmine dayanarak değil, bu gösterişli unvanına sığınarak başkalarına kabul ettirmeye kalkışır. Böyle bir davranış, tam ifadesi ile, üniversite hocalığının istismarıdır. Akademik sıfatlann. birtakım yanlış hareketlere, hatalı tutumlara alet edilmesidir. Hakikatlere karşı bâtılın, doğruya karşı yalanın savunulmasında bir “koz” gibi kullanılmasıdır.

Bir muhitte bu şekilde hareket edebilen üniversite hocası olunca, tabi, onu bütün imkânları ile sömüren, kendi menfaatine “kullanan” istismarcılar da türeyecektir   Baa dernek, kurum ve teşekküller işledikleri hataları örtbas etmek, gittikleri yanlış yol için “fetva” çıkarmak maksadıyla aralarına o türlü ilim adamlarını ıda alacaklardır. Sıkıştıkları zaman bu göstermelikleri ileri sürmek gayesiyle.

Nitekim dil meselesinde cinayetler böyle işlenmektedir. Geniş teşkilâtı ve maddî imkânları olan bir kurum, ilmin icabını yapmayan birkaç üniversite hocasını da üyeleri arasına kattıktan sonra, Türkçeyi budamaya başlamıştır. İçi boş cübbelerin gölgesinde milli dilimizi yıkmakta, parçalarsak tadır. İtiraz edenlere karşı da, “Siz kim oluyorsunuz bizim aramızda üniversite hocaları, dil ve edebiyat profesorleri vardır. Onlardan daha mı iyi bileceksiniz?” demektedirler Bu cinayetlere katılan, göz yuman veya aldırış etmeyen ilim adamlarına başvurulduğu zaman da onlardan:

– Haklısınız, yerden göğe kadar hakkınız var. Orası  bir felaket! Onlar ıslah olmaz! Onların ne dil ile ne de hakikatle alâkaları vardır. Hepsi küçük menfaatlerin, gösterişlerin peşindedir. Gerçi en doğrusu bunların arasında bulunmamak hatta onlara karşı kıyasıya mücadele etmektir ama, ondsıı da bir netice alınacağına kani değilim. Heriflerin parası, maddî imkânları bol. Atatürk’ün gölgesine sığınmışlar. Dokunmak kabil mi? Adama gerici derler. Atatürk düşmanı derler. Ne yapalım, idare ediyoruz. Düzelir inşallah, şeklinde cevaplar alınmaktadır.

Sömürücüler, bir kısım hocalardaki bu zaafı, bu çekingenliği sezdikleri için, onlardan alabildiğine istifade etmeyi gayet iyi bilmektedirler. Bazen ufak tavizler vererek, küçük menfaatler sağlayarak, bazen hislerini okşayarak, bazen de tehditler ve şantajlarla onları istedikleri yöne sevk edebilmektedirler. Kendilerini istismarcıların akıntısına kaptıran ilim adamları ise. bir müddet sonra yanlışa, yalan ve batıla karşı iyice kanıksıyorlar. Bunların gözüne artık har şey normal ve tabii görünüyor. Onun için de, meselâ, hem sınıfta öğrenciler sordukları zaman, “Zorun, koşul, karşıt, toplumsal, olasılık…” gibi yüzlerce kelimenin tamamen yanlış ve uydurma olduğunu söylüyorlar, hem de bu uydurma sözleri kendi yazılarında kullanıyorlar. Böyle uydurmalarla Türkçenin gül bahçesini deve dikeni tarlasına döndürmek isteyenlerle iş birliği yapabiliyorlar. Onların safında dövüşebiliyorlar. İki yüzlü bir hayat yaşıyorlar. Orada gördükleri hataları ancak dışarıda söyleyebiliyorlar.

Beraber çalıştıkları kurum arkadaşlarını ilim yoluna, doğru yola getirecekleri yerde, kendileri onlara tâbi oluyorlar. Çıkıp hay kıramıyorlar. Gramerimiz yanlış, sözlüğümüz yanlış, terimlerimiz yanlış! Yolumuz çıkmaz! Zihniyetimiz sakat! Kendilerinden beklenenin tam tersine, yanlış yolda gidenlere değil de, doğruyu müdafaa edenlere karşı çıkıyorlar. Onlan susturmaya çalışıyorlar. Kalemleri, bilgileri ve güçleri buna kâli gelmeyince de başka yollara başvuruyorlar. Dil meselelerini kendine dert edinmiş, dil ilmini meslek seçmiş kimselerin hakikatleri söylemelerine engel olmak için karşılarına çok hürmet ettikleri hocalarım çıkarıyorlar. Bizi tenkit etmesin, bize ses çıkarmasın diyorlar…

Ne âlâ memleket değil mi? Dil konusunda suç üstüne suç işle. Millî bütünlüğü parçalayacak derecede Türkçeyi yıkanlarla iş birliği yap. Asırların olgunlaştırdığı Türkçeroiz üç-beş manyağın elinde oyuncak olsun. Kurusun, çöle dönsün. Onlara ses çıkarma. Atatürk‘ün mirasını, dilimizi zenginleştirmek ve geliştirmek uğrunda değil, fakirleştirmek ve bozmak için harca. Sonra da. buna karşı çıkan oldu mu öfkelen, amiyane tabirle:

– Dalgamıza taş atmayın, de!

Hayır beyler, siz doğru yola gidinceye kadar, değil yalnız “dalganız“a, kafanıza bile “taş” atılacaktır. Çoğunuz, dilcilikle hiçbir alâkanız bulunmadığı hâlde konuşurken, dil bilimini kendine meslek edinmiş kimseleri susturmaya kalkışamazsınız. Aksine, biz konuşacağız, siz dinleyeceksiniz. Şunu da unutmayınız ki, biz inandığımız hakikatleri söyleme cesaretini hocalarımızdan aldık. Bu cesaretin örneğini onların hayatında gördük. Onun için, hocalarımız bizi engellemez, sadece teşvik eder, tebrik eder.

Prof. Dr. Necmettin HACIEMİNOĞLU