- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Tanınmayan Adam ve Bilinçsizliğimiz

tanınmayan adam namık kemalTarihimizin tozlu sayfalarına baktığımızda, belli aralıklarla başka ulusların etkisinde kalarak değiştiğimizi ve bozulduğumuzu görebiliyoruz. Bu örneklerden genelleme yaparak, Türk Ulusu’nun yaşadığı değişimler hakkında genellemeler yapacak olursak, şunları söyleyebiliriz:  Hunlar ve  Göktürkler, Türklüğün en katıksız yaşandığı dönemlerdi. Bu dönemlerde TÜRK budunu o kadar güçlü oldu ki, adını tarihe altın harflerle yazdı. Milyonlarca km2‘lik alanda hüküm sürüp, birçok devleti egemenliği altına aldı. Diğer uluslarda tuvalet alışkanlığı bile yokken, biz cebimizde ipek mendillerle dolaşıyor, evreni keşfetmek için bilimsel araştırmalar yapıp kendi alfabemizle  kitâbeler bırakıyor, tepük (futbol) oynuyorduk. Çünkü özümüzü korumuş, başka etkilerden uzak bir Türklüğü, olduğu gibi yaşıyorduk.

Uygurlar döneminde önce inancımızda değişiklik yapıp, Gök Tanrı dininden vazgeçerek Maniheizm’i seçtik. Bununla da kalmayıp, göç etmeye – gezmeye alışan Türkler‘i yerleşik hayata geçirdik. Bu da yetmezmiş gibi, inancın etkisiyle savaşmaktan ve et yemekten de vazgeçtik. Çinlileştik, Hindulaştık, bozulduk. Sonunda kendi kendimizle savaştık, kaybettik. Yok olmak üzereyken, bir Türk kahramanı olan Osman Bey’in beyliğini büyüterek Osmanlı’yı kurduk. İlk 5-6 padişahtan sonra Türklükten çok islamı savunan bir kimliğe büründü devletimiz. Irkımız için değil, dinimiz için savaşmaya başladık. Eğitimi, siyaseti, yönetimi ve aklınıza gelebilecek her şeyi dine uygun hâle getirmeye çalışırken Araplaştık, Farslaştık, bozulduk. Din kardeşi zannettiğimiz Araplar, Farslar, Balkanlılar ve Afrikalılarla dost olduk, halifeliği üzerimize aldık. Ama temelinden bozuk bir felsefeyle yönettik devletimizi, cihad etmek isterken müslüman kardeşlerimizin (?) bizi satmasıyla, arkadan vurmasıyla yine kaybettik. Olmadı, Batı’ya yöneldik. Fransızlardan ve İngilizlerden kaptık kültürümüzü. Zaten bir yozlaşmanın içerisindeyken, yeniden bir yabancı kültüre merak salmak iyiden iyiye yıprattı milli benliğimizi ve kaybettik.

Türklüğü ortadan kaldırabileceklerini düşünen hainlere karşı, Ulu Önder M. Kemal Atatürk ortaya çıktı. Türk Ulusu’nu bir araya topladı, teşkilatlandırdı. Düşmanları yendik, Türkiye Cumhuriyeti’ni yarattık. Üzerimizdeki Arap – Fars etkisini attık, Ata’mızın önderliğinde her şeyi Türkleştirdik. İnancı, insan haklarını ve aklınıza gelen her şeyi özgür ve çağdaş kıldık. Ulus devleti kavramına karşı, hâlâ birden çok ulusu bir arada barındıran bir imparatorluk olan Osmanlı’yı ve onun şeriatını savunan insanlara karşı içeride, Türk soyunu ve uygarlığını yok etmeye çalışan düşmanlara karşı da dışta savaştık ve büyük bir zafer kazandık.



Peki şimdi ne hâldeyiz, hiç düşünüyor musunuz? Tam özümüzü bulacağız, Atatürk’ün önderliğinde tıpkı Göktürkler kadar güçlü ve saf olmayı başarabileceğiz diye düşünürken, Türkiye’deki entel – dantel aydınların teşvik etmesi ve hâli hazırda koyunlaşmış milletimizin batı kültürüne merak salması ile Amerikanlaşıyor, İngilizleşiyor, Fransızlaşıyoruz. Yani yine özümüzden uzaklaşıyor, başkalarına benzemeye çalışıyoruz. Tarihte başkalarına benzemeye çalışırken hep kaybetmiş, TÜRK olduğumuzu hissettiğimiz anlarda da hep kazanmış olduğumuz hâlde…

Aşağıdaki örnek, yukarıda anlatılan tarih şeridini örneklendirecek nitelikte. Bir TÜRK evladının ve hatta genel anlamda bir milletin kendi tarihine ve kültürüne ne kadar yabancı olabileceğini bundan yıllar öncesinde nasıl ortaya konulmuş, okuyun ve görün…

Çocuk yüzükoyun halının üstüne yatmıştı. Önünde bir haftalık mecmua vardı. Ablası sordu:

– Ne okuyorsun Can?

– Bir şey okumuyorum. Bilmece hallediyorum. Beş lira mükâfatı var.

– Ne imiş o bakayım?

– On dört tane tanınmış adam resmi. Bunların kim olduklarını bilecekmişiz.

– Kaç tanesini bildin?

– Üç tanesini. Pehlivan Çoban Mehmet, Marlen Ditrep, Arsen Lüpen…

Abla gülmeğe başladı:

– Arsen Lüpen  sahici adam değil, roman kahramanı.

Can şaşırdı.

– Arsen Lüpen yok mu? Ben onun kaç tane resmini gördüm.

– Yok ya… Onlar romancının, ressamın uydurmaları…

– Peki, o kurnazlıkları kim yapıyor?

– Hiç kimse…

– Yazık.

Can’ın gözleri mahzunlaşmıştı. Arsen Lüpen’in sahiden yaşamamasına bir akrabası ölmüş gibi üzülüyordu.

– Hem daha sen pek küçüksün Can. On yaşına yeni bastın. Bu meşhur adamları tanımak için insan hiç olmazsa yirmi yaşına gelmiş, lise tahsilini bitirmiş olmalı. O da yetmez ya… Gel beraber çalışalım. Becerirsek beş lirayı paylaşırız.

– Olur abla…

İki kardeş yarım saatten fazla uğraştılar. Nafile. Tanınan büyüklerin sayısı bir türlü sekizden yukarı çıkamıyordu.

Can:

– Bu kadarını göndersek acaba mükâfatın yarısını verirler mi?

Kız, Can’ın yanağına bir fiske vurarak güldü:

– Aptal, hiç öyle şey olur mu?

– Şimdi bu kadar çalıştığımız boşa mı gidecek?

Ablanın gözleri birdenbire parlamıştı.

– Aklıma bir şey geliyor, dedi. Yukarıda ağabeyimin misafirleri var. Hepsi iyi tahsil görmüş, koca koca gençler. Galiba bir tanesi de Avrupa’da okumuş. Bunlar zamanın büyüklerini mutlaka tanırlar. Mükâfatı kazandık Can…

Çocuklar ellerinde resimli mecmua ile salona girdikleri zaman misafirler o günkü meraklı maçlardan bahsediyorlardı. Fakat küçük Jano’yu hepsi severdi. (Can’ı ailenin yakınları Jano diye çağırırlardı. Bu, gerçi adları kısaltma kaidesine aykırı olarak Can’dan daha uzundu ama kulağa hoş geliyordu.)

Misafirler Jano’yu öpüp sevdikten sonra onun hatrı için üç beş dakika ciddi münakaşalarını bırakmağa razı oldular ve masanın etrafına toplanarak resimleri tedkike başladılar.

Çocuklar sekizden yukarıya çıkamamakta haklıydılar. Müsabaka pek çoluk çocuk işi bir şey değildi. Buradaki meşhurları tanımak için yirminci asrı inceden inceye tanımış olmak lâzımdı.

Fakat misafir bayanlar, baylar ateş gibiydiler maşallah. Resimleri bir bakışta tanıyorlardı:

– Eski şampiyon Karpantiye.

– Rejisör Sesil B. L. Mil

– Lindberg’in çocuğunu çalan Hauptman.

Amiral Balbo.

Moris Şövalye’nin meşhur Bebe Lero’yu…

Yalnız bunların arasında kara sakallı, uzun kabarık saçlı bir adam vardı ki çehresi kimseye bir şey söylemiyordu. O da bilinse seri tamam olacak. mükâfat kazanılacaktı.

Fakat bütün bu okuyup yazmış insanlar bir türlü onu bulup çıkaramıyorlardı.

Mecmua ya okuyucularına bir azizlik etmek, ya bilmeceyi bilinmez bir şekle sokarak mükâfat parasının üstüne oturmak istemiş olacaktı.

Bayanlardan biri derin bir düşünceden sonra:

– Buldum galiba, karılarını yakan meşhur mavi sakal Landru olacak.

Fakat bir başkası derhâl itiraz etti.

– Yanılıyorsunuz. Landru’yu  tanırım. Daha zayıftır. Saçları hafifçe dökülmüştür. Sivri ve hassas bir burnu, sakallarının arasında yalnız öpmek ve ısırmak için yaratılmış zannedilen acayip bir ağzı vardı. Nerede onun esrar, zehir ve ateş dolu gözleri, nerede bu? Bu çehre için kendini göz göre göre ocakta yaktıracak babayiğit kadın nerede?

Misafirler haykıra bağıra gülüşmeğe başladılar.

Kahkahalar salonun bir köşesinde kendi kendine uyuklayan bunak amcayı uykusundan uyandırmıştı.

O bir şey anlamadan gülenlere bakıyor:

– Ne var, ne oldu? Bana da söyleyin, diyordu.

Bunak amcaya bu davayı anlatmak, deveye hendek atlatmak demekti.

Gençlerden biri:

– Ortada on dört resim var, dedi. On üçünün kim olduğunu bildik, on dördüncüyü bilemiyoruz.

– Bana da bir kere gösterin bakayım. Belki tanırım.

Misafirler tekrar makaraları koyuvermemek için kendilerini zor zaptettiler. Bunak amca yerinden kalkmış, masaya yaklaşmıştı. Gözlüğünü takarak resimlere eğildi:

– Hangisi bakayım, dedi… Şu mu? Tanıdım. Ben Gelibolu’da mektep çocuğu iken ölmüş Namık Kemal diye bir adamcağızdı…

Reşat Nuri GÜNTEKİN