- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Söyleşi (Röportaj) Örnekleri

söyleşi, röportajÖRNEK: 1)

Nâm-ı Diğer Kaptan’dan

“(…) Gazetecilik, zaman içinde, edebiyatla ilgisi pek olmayan bambaşka bir okur getirdi. Onlar değişik bir üslupla yazdığım için biraz şaşırıyorlar/Edip muharrir’bizde iyice ortadan kalktı. Şimdi siyasetten bahsederken ‘edip’ düzeyinde yazıyorsanız, yadırganıyor. Hatta, “Niye öyle yazıyorsunuz?” diyenler var. Fakat başka türlüsü mümkün değil.

Bir dil sevgisi aşılamak, anlatımda bir düzeyin gerisine düşmemek…

Şimdi kendimi övmek gibi olmasın ama, Yakup Kadri Bey’den üslupsuz gazete yazısı beklemek gibi bir şey bu… Neticede gazeteciliğim kabul görmeye başladı. O kadar ki, birçok defa eleştirdiğim, birçok yönden karşı olduğum Cumhuriyet gazetesi bile bana sütunlarını açtı. Bu adam konuşmalı, anlatmalı gibi bir yere gelindi. Meseleyi fikir adamı olarak buraya getirmem bence iyi oldu.
Seçilmiş bir yalnızlığa doğru…

İstanbul’da bu son dönem, sizin bir de dergicilik serüveniniz var. Sanat Olayı…
— Sanat Ofay’ına geleceğim, istersen sırayla gideyim…

İstanbul’a gelirken, yanılmıyorsam Hoca Hanım’a yazmaya başlamıştım. Burada ilk önce onunla uğraştım. Arkadan bir şiir kitabı tasarlamıştım. O Karanlıkta Biz’in hazırlıkları falan bir taraftan da…
Bunlar olurken, aile içi bazı durumlar ortaya çıktı. Bunlardan bir tanesi Biket’in yeni bir kariyere başlamasıydı. Biket sinemaya çok hazırlanmış durumdaydı, çok istekliydi. Fakat nasıl yapacağımızı bilemiyorduk. O zaman Selim İleri ortaya çıktı. Senin bir filmin yapılıyordu, Fevzi (Tuna) çekecekti yanılmıyorsam.

Evet. Seni Kalbime Gömdüm.

Sen bir akşam otururken, “Biket’e izin verir misiniz?” dedin. Ben de “Kendi bilir,” dedim. Biket de severek girdi işe. Kendine göre başarılı da oldu ve bir yerlere doğru gitmeye başladı sinemada.



Gel gelelim bu çalışmalar, Ankara’daki son zamanlarımızdan beri üstesinden gelemediğimiz bir sorunu çözmeye yetemezdi. O sorun, Biket’le evlenirken yaptığımız anlaşmalardan bir tanesini ihlal edecek bir kararı almamızı gerektiriyordu, ben buna taraftar değildim. Olay şuydu: Biraz yaşı ilerleyince Biket çocuk yapmak istedi. Ben de, kırk iki yaşımdayken yapmadım, elliyi aşmışken niye yapayım düşüncesindeyim. Fikrimi söyledim açıkça. Bunun üzerine dostça ayrılalım dedik. “Sen git yeniden evlen, çocuğunu yaparsın,”dedim Biket’e.

Biket’le dostça ayrılmış olduk. Dostluğumuz sürdü. Benim senaryolarımı film yaptı. Hâlâ konuşuyoruz, dostuz. Fakat o iş bitmiş oldu. Ben tekrar yalnızlığa döndüm. Bu defa ki bekârlığım, geçmişteki gibi, bohemdi, gezme tozmaydı, öyle olmadı. Tam tersine, daha çok çalışmaya imkân hazırladı bana. Kendimi çalışmaya verdim.

O sırada beklenmedik bir şey oldu, Karacan Yayınları faaliyetine son vermek gibi bir karar aldı.

Sanat Olayına başlamış mıydınız?

Hayır, daha başlamadım; onu anlatıyorum. Karacan kitap basmayacak. Peki, benimle anlaşması var; onu nasıl sürdürecek? O zaman bana dediler ki: “Ülkü Tamer’le Sanat O/ay/’nı çıkarıyorduk. Ülkü ayrılınca dergi yarım kaldı. Onu çıkart…” Bana cazip geldi, çünkü bende dergi çıkarma fikri var. Olur dedim, yalnız bana bir yardımcı lazım. Ali Saydamla görüşüyoruz. Ali Saydam işin başında, işte o sıralar Yazko’dan tanıdığım Ülkü Karaosmanoğlu geldi aklıma. Ona yazı işleri müdürlüğü teklif ettim.

Önce tereddüt etti, sonra kabul etti. Çok riskli bir zamanda, 12 Eylül’ün hemen sonrasında bir edebiyat-kültür dergisi tasarımına kalkışmıştık. Edebiyat dergisi anlayışında değişiklik yapmak isteyen bir mantıkla girdik o işe. Zaten öteden beri, Türk edebiyat hayatında dergiciliğin yanlış yönde gittiği gibi bir düşüncem vardı. Bizde aydın hep seçkin kişi rolü üstlenmiştir, halktan ayrı bir dille konuşan, başka zevklere sahip, üstün kaliteli bir insan… Edebiyat dergileri de, o roldeki aydın düşünülerek çıkıyor ve çok dar bir çevrede kalıyor.

Ben bunu yıkalım diye düşündüm. Resim kullanalım fakat magazine düşmeyelim. Röportajı herkesle yapalım ama kalitesi yüksek olsun… Arkadaş bulur muyuz sorunu çıktı. Meğerse gönüllü ne çok arkadaş varmış! Sanat Olayı adeta kadrolu bir dergi gibi çıkmaya başladı. İlgi de görüyor… Sanıyorum Türkiye’de iddialı bir edebiyat dergisinde Muazzez Abacı kapak oldu, ilk defa. Önce çok yadırgandı…

İlginç bir röportajdı. Muazzez Abacı, Edip Cansever’e hayran olduğunu söylüyordu.

Derli toplu laflar etmişti. Şöyle bir soru soruyordu, hâlâ hatırlarım: “Divan şiirini okuturlar da, divan musikisini niye okutmazlar?”Yabana atılacak söz mü?

Sanat Olayı macerası aşağı yukarı üç sene sürdü. Gençlere olanak tanıdık. Bir sürü insan yetişti. Bizimle çalışan Piraye Şengel’in günün birinde roman yazacağı kimin aklına gelirdi? Ülkü Karaosmanoğlu’nun romanları, senaryoları olacağı… Fakat sonunda Karacan Yayınları rahatsız oldu. Çünkü ilk bakışta her şeyden söz açan bir dergi; derinlemesine irdelenince belli bir dünya görüşünü yansıtıyor.

Bu, onları rahatsız etti. Bir-iki defa karışma teşebbüsleri oldu. Hatta Cemile Hanım, Ercüment Karacan’ın eski eşi, yazı kuruluna girmeye falan başladı. Fakat baktılar ki, kontrol imkânı yok, sudan bir bahaneyle derginin yapımına son verdiler. Ama bir dergicilik anlayışı ortaya çıkmış oldu. Bugün de o anlayışı sürdüren dergiler var ve Sanat Olayı’ndan esinlendiklerini belirtiyorlar…

Yine aynı dönemde TRT’yle bağlarımız çok güçlendi. Sekiz Sütuna Manşetin başarılı olmasından sonra, bu kez on iki bölümlük bir dizi istediler. Yapılır mı yapılmaz mı; düşündüm ki, romanlarda yarım bıraktığım bazı meseleleri dizilerde tamamlayabilirim. Çünkü Aynanın İçindekiler 1960’larda biten Sonrası yok. Hâlbuki 1960 sonrası, Türk burjuvazisinin legal ve illegal yollardan yükseldiği bir dönemdir. Bunu anlatabilmek amacıyla Kartallar Yüksek Uçafı yazdım. Hüseyin’de (Karakaş) çok gönül verdi işe, çok çalıştı. Sanırım o zamanın çarpıcı dizilerindendi.

Kitleyi televizyon başına çekmişti.

— Tartışıldı, konuşuldu. Hatta taklitleri yapıldı… Böylelikle Türk televizyonunda kaliteyi içeren, ama seyircinin beklentilerini ihmal etmeyen bir dizinin nasıl olabileceği yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı.

Arkasından, ikincisini yaptık: Yarın Artık Bugündür. O da bizim sosyal bir sorunumuzu, eski bir yaramızı inceler: Aydınların ille ‘büyük şehirleri tercihi ve lafla vakit geçirmesi, buna karşılık halkın küçük şehirlerde, orada, aydınları beklemesi. Yarın Artık Bugündür de tartışmalara yol açtı. Hatta bir arkadaş, “Bu, netice itibariyle Çalıkuşu,” dedi bana. “Oradan bakarsan, Atatürk’ün Nutuku da Çalıkuşu’dur” dedim. Bu, Türkiye’nin bitmeyen meselesi; hâlâ aynı yerdeyiz…

Bu dönemde özel televizyonlar açılmaya başlamıştı. Star’ın başında TRT’den ayrılıp gelmiş arkadaşlar vardı. Bunlardan biri, benim Çalar Saat1 in yapımcısı ve yönetmeniydi; geldi, bir sabah programı yapacağını, onun içinde beş dakikalık bir konuşma yapıp yapmayacağımı sordu.

Her sabah, canlı yayın?

Haftada bir gün canlı olacaktı, her gün değil. Önce tereddüt ettim, sonra peki dedim. Bunda tabii paraya ihtiyaç da vardı. Başladık ve konuksuz program yapmam gerektiğini öylece fark ettim. Çalar Saaf\ konuklu yapmıştık, Konuksuz konuştuğum zaman seyirci benimle ilgileniyor, konuyu bölmemiş oluyoruz…

Bu iş bir sene kadar sürdü. Derken Kanal 6 kuruldu, Star’daki arkadaşlar Kanal 6’ya geçtiler. Bu defa bir dizi teklif ettiler bana. Hanidir düşündüğüm konuyu ortaya attım,”Televizyonun içinden, televizyon dünyasından bir film yapayım,” dedim. Teleflaş öylece ortaya çıktı. Biket’i önerdim. Fevkalade zor şartlar altında çekilen, imkânların çok zorlandığı, ama yine de hoş bir dizi yapıldı. Bizdeki polisiyelerin en renklilerinden biriydi, istanbul tipleri, yabancıların da işin içine girdiği entrikalar, döviz kaçakçılığı, vb… Hepsi vardı dizide ve eğer Kanal 6 iyi yönetiliyor olsaydı, o dizi dört-beş yıl sürerdi…

Bu arada, İstanbul’a bu defaki gelişimden itibaren, hele Sanat Olay’ndan sonra, edebiyat dergileriyle bütün ilişkilerim koptu.
Biraz da siz mi öyle istediniz? Bir seçim…

Şimdi biraz da ben seçmiş olabilirim ama daha çok gazeteciliğin rol oynadığını sanıyorum. Bir tarihte Orhan Kemal’le konuşurken, “Orhan Ağbi, yahu dergilerde hiçbir şey yazmıyorsun,” demiştim. “Çok istiyorum ama bir türlü denk düşmüyor,” demişti. Bunu hep düşünürüm. Yani üst üste televizyon programı, diziler, romandı, gazete yazısıydı, böylesi bir çarkın içinde, dergilerden ciddi biçimde kopuyorsun. Dergi için ayrı odaklaşma lazım.

Şiir yazıyordunuz. Şiirlerinizi de yayımlamadınız…

Şiirleri yayımlamadım, onun sebebi var: Türkiye’de şiir ortamı bambaşka bir yere geldi. Dergilerde bambaşka şiirler çıkıyordu. Onların arasında kendi şiirimi göremiyordum. Şiirlerimi ancak kitap hâlinde, bir bütün içinde sunmayı tercih ettim. Dergilerdeki şiirleri şiir anlayışıma yabancı sayıyordum artık. Son yirmi sene içinde bir-iki dergide, o da talep üzerine göründüm, yazı ve şiir açısından. Sen, Argos için şiir istedin “Ayrılık Sevdaya Dâhil”i verdim; Gösteri ya da Milliyet Sanatta yazılar, hepsi o kadar. Yani ilişkim koptu.

Tuhaftır, bütün hayatım boyunca sinemaya önem verdim; son yirmi yıl içinde sinemayla da ilişkim koptu. Belki geçmişin deneyimleri…
Koptu. Çünkü yavaş yavaş Öyle bir yere doğru gidiliyor. Sizin detaylarıyla işlediğiniz bir senaryoyu kavrayacak rejisörü bulmakta güçlük çekiyorsunuz. Sizin kavramlarınız rejisörde belirmiyorsa, eserlerin beyazperdeye asla yansımayacağı gerçeği ortaya çıkıyor ve bunu Öğreniyorsunuz.

Oyuncu da handikap olabiliyor. Oyuncu, ışık, müzik, atmosfer… ne düşünebilirsen. O zaman kendi kafanda tasarladığın eseri kıysınlar diye birilerine veriyorsun.

Kıyma makinesine teslim ediyorsun… Evet, teslim ediyorsun, onlar da alıp kıymaya çeviriyorlar. Çünkü orada senin anlatmaya çalıştığın psikolojiye sahip değiller. Benim dizilerarasında iyi sayılabileceklerin sonuncusu olan Yıldızlar Gece Büyütün çekimindeydik; Okan Uysaler’in rejisi. Bir sahneyi çekeceğiz, en önemli, üstelik entelektüel sayılan oyunculardan biri geldi yanıma. “Ağbi, burada, dialogta ‘müziç’ (müz’ic) diye bir laf var, müziç ne demek?” dedi. Birden anladım, mümkün değil! Çünkü bu oğlan solcu geçinir, kitap okur geçinir, bu işleri bilir geçinir, dizide oynamak için araya torpiller koymuş, müziç ne demektir haberi yok. Yani gidip sözlüğe bakmaya da ihtiyaç duymuyor, kaç zaman önceden o senaryo eline geçmiş, orada söyleyecek, ne söyleyeceğinden habersiz… Şimdi sen bununla ne yapacaksın?

Gittikçe soğuttular beni. En sonuncusu, Baykuşların Saltanatı tam bir rezalet oldu. Böylece sinemayla, televizyon dizisiyle koptuk. En baştaki düşüncem doğruymuş: Filmini kendin yapacaksın…

Başkası yapınca düşlediğiniz film olmuyor tabii.
Alakası yok. Ortaya başka bir şey çıkıyor. Birtakım insanlar senin yazdığın lafları yanlış tonlarla, yanlış vurgularla söylüyorlar, oynadıkları kimliği kendi basitlikleriyle karıştırıyorlar.

Edebiyatçıların bu işe girişmesi, gerek Yeşilçam’da, o dönemde gerek televizyonda, mecburen, geçim sıkıntısından oluyor.
Tamamen. Bir arzu kalmıyor, baştaki arzu kalmıyor. Aynısını yaşadım. Belki başta bir tutkunluk, bir tutku var ama…

Olabilir. O tutkuyla girdiğin takdirde başına gelmedik iş kalmıyor. Önümüzde birkaç Örnek var; başlangıçta gayet iyi hikâyeler yazan arkadaşlarımız vardı, sonunda –kendi tabirleriyle– ‘kiralık katil’ oldular. Kendi hesabıma çok direndim, bu duruma düşmemek için. Ama senin direnmen pek bir şey değiştirmiyor; çünkü aynı direnci rejisör gösteremiyor, direnmeye kapasitesi yetmiyor.

Sen orada öyle bir şey söylüyorsun ki, bir durum, bir ışık, bir mizansen, ona göre bir tavır gerekiyor. Onlar bunu düşünmüyorlar, o günkü çekimi kaçta bitireceklerini düşünüyorlar. Mesele iyice bu hâle geldi. O yüzden, Baykuşların Saltanatı’yla bu işi kapattım.

Kesin kararlı mısınız?

Kesin kararlıyım. Bundan sonra senaryo yazmayacağım….”

Selim İLERİ


ÖRNEK: 2)

2009 Yaşar Nabi Nayır Gençlik ödülleri öykü Ödülünü Kazanan Aslı Akarsakarya ile Varlık Dergisinde Yapılan Röportaj:

“1980yılında Ankara’da doğdunuz. Hacettepe Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri Mühendisliğinden 2002 yılında mezun oldunuz. Hakkınızda başka neler söylemek istersiniz?

‘Yapmak istediklerim’ve’yaptıklarım’arasındaki ikilemi eritmeye çalışmak, asli görevim. Oldukça yorucu bir  görev ve daha uzun bir süre tamamlanacak gibi de görünmüyor. Edebiyat, okumak ve yazmak malum. Onun dışında ne yaptım, ne yapıyorum derseniz; hayatımı bordrolu bir çalışan olmak, seyahat etmek, gitar çalmak ve fotoğraf çekmek arasında, dönem dönem değişen yüzdelerle paylaştırıyorum.

Öykü ve çevirilerinizi Karakalem, Kül Öykü ve aynı zamanda katkıda bulunduğunuz Yalınayak Edebiyat dergisinde yayımladınız. 20032’te Talip Apaydın Öykü Yarışması’nda mansiyon, 2004’te Ömer Seyfettin Öykü Yarışması’nda ‘jüri özel ödülü’ aldınız. Yaşar Nabi Nayır Ödülü’ne katılma gerekçenizi öğrenmek istiyoruz. Sizce ödüllerin genç bir öykücüye ne gibi katkıları var?

Kendi yazdığınız bir metni nesnel bir bakış açısıyla değerlendirebilmek, pratikte bir yere kadar mümkün olabilse de, kavramsal olarak imkânsız bir eylem. El yordamıyla, ağır aksak ilerlediğim yazın yolunda, zaman zaman bir ışığın yolumu aydınlatıvermesi ‘Oluyor-aynen devam’ ya da ‘Yanlış yoldasın-biraz toparlan’ diyen tabelaların önüme çıkması, önemi yadsınamaz bir destek. Dereceye girmekten ya da girememekten illaki yapıcı sonuçlar, dersler çıkarıyorsunuz. Ama belki de en önemlisi, ödüle layık görüldüğünüzde gelen o hoş heyecan ve sayfalarca yazmak için enerjinizin, güdünüzün logaritmik artışı.

Yaşar Nabi Nayır Ödülü… 2008 sonbaharında ani bir kararla, yazmayı hayatımdaki en ciddiye aldığım şey hâline getirdim. İstemli ve planlıydı. İşimden istifa ettim, bohçamı yüklenip Bursa’dan Ankara’ya taşındım ve elimden geldiğince dört duvar arasına kapandım. Bu süreci yaşamak, şu cümleyi telaffuz etmek kadar kolay olmadı elbette. Ne denli inatçı olursanız olun motivasyonu sadece telkin ile besleyemiyorsunuz.”Ee, şimdi ne yapacaksın” sorusuna “Yazar olacağım,” diye cevap verirken gözleriniz ister istemez yere düşüyor, zira maruz kaldığınız bakışlar bunun bir şaka olup olmadığını merak ediyor. Ayaklarımı yolumda tutacak, yüzümü güldürecek, önümü gösterecek bir işarete, desteğe ihtiyacım vardı. Öykü dosyamı Varlık dergisine gönderirken böyle bir ruh hâli içindeydim. Şimdi önümde güçlü bir ışık yanıverdi.

Öykü ile nasıl bir serüveniniz oldu? Yerli-yabancı hangi kaynaklardan beslendiniz? Ustalarınız kimler? Günümüz yazarlarından kimleri izliyorsunuz? Kendi kuşağınızdan aranızda kan bağı olduğuna inandığınız öykücüler var mı?

İlk okumalarımı, okuduğum şeylerin öykü olduğunun pek de idrakinde olmadan yaptığımı itiraf edeyim.

Romana nazaran çok daha vurucu bulduğum, bir solukta bitiriverdiğim o ince kitaplar hoşuma gidiyordu, ilk Murathan Mungan, sonra da G. G. Marquez girdi hayatıma. Fantastik, biraz da masalsı havayı seviyorum deyince, edebiyat hocam “O zaman bir de Borges oku, seveceksin” demişti. Borges’i okumuş, ilk üç öyküden sonra anlamayıp kitaplığımın raflarından birine kaldırmıştım. Yıllar sonra o kitap, sıkıştığı raftan çıkıp tekrar elime gelecekti. Sonra bir diğeri, bir diğeri… “Ee, şimdi anlıyor musun?” diye sorarsanız, açık yüreklilikle “Hayır,” derim. O büyük dehayı hâlâ okuyamıyorum.

Gözümü kapatıp etkilendiğim öykücüleri düşünecek olursam; Sartre, Poe, Cortazar, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve ve ve Sait Faik aklıma ilk geliverenler. Sait Faik’i çok geç bulduğumu söylemeliyim. Pek akla yatkın bir kronoloji değil aslında bu, ama artık çok hayıflanıyor da değilim. Zira belki de iyi ki geç bulmuşum – kıymetini çok iyi biliyorum.

Kan bağı biraz iddialı bir betimleme olsa da, günümüz yazarlarında Hulki Aktunç, Aslı Erdoğan, Sema Kaygusuz ve Murat Gülsoy’u hayranlıkla okuyorum.
Ödüle değer görülen Düşe Kalka adlı dosyanızdaki öykülerinizin konuları oldukça çeşitlilik gösteriyor: kadın-erkek ve aile ilişkileri, toplumsal normlardan ayrışan bireyin üstündeki düzenleyici baskılar ve bunlara karşı bireylerin direnişi, rüya ile gerçek arasındaki geçişkenlik ve bireysel hafıza gibi temalar ağır basıyor. Kısacası hayatın her alanına temas ediyorsunuz. İçerik olarak birbirinden farklılık gösteren öyküleri Düşe Kalka’da bir araya getiren unsur nedir?

Aslında Düşe Kalka’da toplanma fikirlerinde önce, her biri birbirinden bağımsız öyküler olarak dizi dizi biriktiler. Kendimi bir konu ya da his üzerine yoğunlaştırmaya çalışmadım. Kendiliğinden zaman içinde ortaya çıkan kurgular birbirlerinin peşinde sıralandılar. Onları aynı dosya içerisinde toplayan ortak nokta, sadece şu an itibariyle öykülerim arasında en sevdiklerim olmaları. Karakterle ya da konular arasında altını çizmek istediğim bir bağlantı yok. Üsluplar da öyküden öyküye oldukça değişiklik gösteriyor. Böyle olması da hoşuma gidiyor. Kesme şekeri sürekli dilin aynı yerinde tutunca kısa süre sonra tat zayıflamaya başlar. Hâlbuki yuvarlayıp yerini değiştirince tat, koku daha bir keskinleşir, diyerek de kendime bir kılıf uydurayım.
Hâl böyle olunca, bu harmana isim bulmak da bir hayli güçleşti. Yine de kolaylaştırıcı birkaç unsur saya

bilirim. İstisnasız tüm öykülerin buruk bir tadının olması, hepsinin –masalsı da olsalar– şu inişli çıkışlı hayattan tomurcuklanmış olmaları ve hayatımın düşmeli kalkmalı bir döneminde birbirlerini bularak aynı dosyanın içine sığışıvermeleri.

Karakterleriniz de en az işlediğiz konular kadar farklılık gösteriyor doğal olarak. Zira özellikle “Büyük Balık Küçük Balığı Yutar”, “Kısa Boylular” ve “Gak” adlı öykülerinizde ailesel ya da toplumsal otorite figürleri tarafından bastırılan ve kimlik oluşumları değişik seviyelerde şiddet uygulanarak kontrol altına alınmaya çalışılan kişiler göze çarpıyor, örneğin “Gak”ta kendini karga sanan küçük bir çocuğun hayal gücünün bir “hastalık” olarak tanımlanması ve daha sonra çocuğun babası tarafından “iyileştirilmeye” çalışılması söz konusuydu. “Kısa Boylular”da ise herkesin kısa boylu olduğu bir yaşam alanında uzun boyuyla yüz karası haline gelen bir çocuğun fiziksel şiddet içeren bir yöntemle normlara uydurulmaya çalışılması anlatılıyor. İnsanları yola getirmeye çalışan unsurları ve “Ekşili Bulgur Pilavı vb. Hint Usulü Ananastı Ekvator Tavuğu”, “Huzursuz Bacak” adlı öykülerde olduğu gibi bu baskı unsurlarına karşı direnişi anlattığınızı söyleyebilir miyiz?

Düşe Kalka’nın sınırları belli olup da şemaline biraz uzaktan bakmak kısmet olduğunda, ben de yaklaşık sizin söylediklerinizi hissettim. Bu bir anlamda yazarın karakter tahlili tadını alınca, sıkıntılarımın ayan beyan ortada olmasından hafif huysuzlandım ama ‘Yazar derdini yazar,’ diyen bir deyiş aklıma gelince tekrar yatıştım. Kafa kurcalayan, dikkat çeken, dilde büyüyen ne ise, kalemden akan da o oluyor ister istemez.

Ama itiraf edeyim, bu ortak boyutları sizin kadar kapsamlı ifade edemeyebilirdim, teşekkürler. Doğrudur, bu konu –otorite ile birey ilişkisi– benim yumuşak karnım, takıntılı olduğum hususlardan biri. Buna bir ekleme yapacak olursam; “Duvar”, “Kabih” ve “Bartolomeu Dias ve Şemsi” öykülerinde de yine diretilen güzellik mefhumunun sorgulanması, onunla ilgili geçimsizlik su yüzüne çıkıyor. Bu da bir başka baş ağrım.

“Buluş ve Unutuş”, “Kısa Boylular” ve “Kabih” adlı öykülerinizdeki masalsı dil dikkat çekiyor. Tarih, mitoloji ve mesellerle hangi ölçüde ilgilisiniz?
‘ilgiliyim’den ziyade ‘meraklıyım’ sözcüğü durumumu daha iyi ifade edecek. Sistematik ve aynı yoğunlukta bir tarih ya da mitoloji okuma yaptığımı iddia edemem. Fizik, tıp ya da felsefeye olan ilgimden daha fazla değil. Dönemler şeklinde gelen heyecanlı ataklarım vardır. Örneğin bunların en sonuncusu Herodot’un Tarihini elimden düşüremediğim dönemde; anlatısından, yazdığı fantastik dünyalardan öyle hoşlanmıştım ki, en sonunda bir pasajını çok vururcu bulup üzerine öykü yazmaya giriştim.

Okura karakterlerinizin iç dünyasına girme imkânı tanıyorsunuz sık sık, izlenimci bir anlatıcı değilsiniz. Ayrıca öykülerinizde şimdiki zaman sürekli anıların taarruzunda. Kitabınıza bir girizgâh niteliği taşıyan “Buluş ve Unutuş’ta öykü anlatmak, hatırlamak, unutmak arasında masalsı bir gezinti yapıyorsunuz. “Akis”te genç bir kadının, babaannesiyle geçmişte yaşadığı bir anı film gibi dışarıdan izlediğine tanık oluyoruz. “Atmari’da ise anlatıcı bir problemi dolayısıyla geçmişe dönüyor. Karakterlerinizin kimliklerinin ve düşüncelerinin okuyucuya yansıtılmasında hafızalarından kopup gelen parçaların anlatıya yerleştirilmesinin ne derece önemi olduğunu düşünüyorsunuz?

İzlenimci bir anlatımcı mıyım, değil miyim, bunu söylemek benim için o kadar kolay değil. Zira karakterlerin iç dünyasına pek dokunmadan geçtiğim “Büyük Balık Küçük Balığı Yutar”, “Huzursuz Bacak”, “Gak”, “İşaretler”, “Kabih”, “Kısa Boylular”gibi ekseri üçüncü şahıs ağzından yazdığım öyküleri, önermenize antitez olarak ileri sürebilirim.

“Hafızalardan kopup gelen parçalar” olarak tanımladığınız olgu, okurken de yazarken de bana keyif veriyor. Bunun dışında, yöntemin çok elzem ya da biricik olduğunu düşünmüyorum. İllaki farklı tekniklerle de anlatılabilir. Ama bana sorarsanız bu yöntem, yazıyı durağanlıktan ve sıradanlıktan bir nebze kurtarıyor. Geri dönüşler, kahramanın düşüncelerinde yolculuklar; kanımca yazıya dinamizm katan unsurlar. Yine de bu, üçüncü şahsın ağzından yazdığım öykülerde çok sık kullandığım bir yordam değil. Böyle öykülerde anlatıcıyı sadece keskin bir gözlemci olarak tanımlar ve sınırlarını çizerim. Genelde anlatıcıya kahramanların hatıralarını bilme, duygularını etraflıca tasvir etme yetisi tanımam. Ama birinci şahıs anlatımda –ister istemez-, düşüncenin doğasının, anlatımın akışının beni sürüklediği yol; geçmişe dönmeler, hatıraları çağırmalar, onları anmalardan geçer ki, bundan hiç şikâyetçi değilim.

Günümüz okurunun öyküye ilgisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce nasıl bir öykü yazılıyor ve yazılmalı?

Öykünün günümüzde okurun heyecanla beklediği, yazarın da geniş kitlelere ulaşabileceği bir tür olduğunu düşünmüyorum. Daha evveli için ahkâm kesmeyeceğim ama 21. yüzyılda okumayı ciddiye alınan bir’iş’olarak yapamıyoruz. En iyi ihtimalle yanımızda gezen kitabı, metroda, banka kuyruğunda ya da yarım saatliğine gittiğimiz parkta okuyoruz. Hal böyle olunca, örneğin sık sık karşılaştırıldığı romana nazaran daha derin, anlaşılması biraz daha yoğunlaşma ve düşünce gücü gerektiren öykü ikinci, üçüncü plana itiliyor. Kısalığı sebebiyle sık sık günümüzün hızlı temposuna çok uygun olduğu ileri sürülse de, katılmadığımı belirteyim. Rahat, hızlı ya da tek gözle okunmuyor çünkü öykü. İhtiyaç duyduğu yoğunlaşma ve düşünce gücünü bulamadığı okuyucuyu çok kolay sarmalayamıyor.”

Varlık Dergisi

Söyleşi Türünün Özellikleri «|