- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Şiir Sanatı Üzerine

şiir sanatı üzerine

Şiir için, nesir olmayan şey derler. Belliyi belirtmek gibi görünen bu tanımlama şiirin derin bir yönüne dokunmaktadır. Valery düzyazıyı yürüyüşe, şiiri raksa benzetir. Yürüyüşün açık bir hedefi vardır. Her yürüyüş, istenilen şeye çevrilmiş bir hareketi ifade eder. Bu hareketin tarzı, hız derecesi o şeyin cinsine ve uyandırdığı arzunun şiddetine bağlıdır. Yürüyüş gibi düzyazının da bir hedefi, bir maksadı vardır.

Raksa gelince, raks da birtakım hareketlerden ibarettir. Fakat bu hareketlerin gayeleri kendilerindedir. Gideceği yere raksederek giden bir kimse görülmemiştir. Raks gibi şiirin de başka yerlerde gözü yoktur, gayesi kendindedir. Fakat raks, faydacı hareketten ve dış hedeften ne kadar uzak olursa olsun, adî yürüyüş gibi aynı uzuvları, aynı kemikleri, aynı adaleleri ve aynı sinirleri kullanır. Şiir de düzyazıdan çok farklı olmakla beraber aynı kelimeleri, aynı şekilleri, aynı ses perdelerini kullanmaktadır. İşte raks. hayat için gerekli vücut hareketleriyle nasıl gayesi kendinde olan bir hareketler sistemi yaratıyorsa, şiir de yaşamak ihtiyacından doğmuş olan ve bu sıfatla hayatın ve düşüncenin emrinde bulunan kelimeleri âdeta köklerinden çıkararak onlarla kendi kendine yeten bambaşka bir dünya yaratıyor.

Yürüyüş ile raks arasındaki mahiyet ve hedef başkalığını düzyazı ile şiir arasında da görmekteyiz. Bunun içindir ki yürüyüşten hiçbir suretle raksa varılmadığı gibi rakstan da hiçbir yürüyüşe varılmaz. Aynı suretle düzyazı hâlinde düşünülen bir şeyin şiir olarak söylenişine imkân tasavvur olunamaz.

Şiirle düzyazıyı birbirine karıştırdıkları, bir nevi manzum nesir yazdıkları içindir ki Tanzimat ve Servet-i fünun şairlerinin birçoğu, kelimenin gerçek manasıyla, şair olamamışlar ve bize şiirin lezzetini tattıramam ıslardır.

Şair kelimelerle, insanlar arasındaki ilişkilerin, tabiattaki varlıkların bir nevi kaba ve portatif özetleri olan kelimelerle, içinde yaşadığımız dünyaya hiç de benzemeyen bir dünya, bir şiir dünyası nasıl yaratabiliyor? Şiirin sırrı işte burada. Şair başarısını, kelimelere günlük manalarını unutturan sezişine ve ustalığına borçludur. Fotaları üzerine eğilen bir sihirbaz gibi, kelimeler üzerine eğilen şair, onları gizli ses ve mana alâkalarına göre düzenlemeye çalışır. Onun sezişlerle taranan heyecanı bu çalışmanın yanılmaz rehberidir.

Şiir sanatında her şey, bahtlı kelimeleri bulmak, iç kaynaşmaların o elle tutulur gözle görülür kabarcıklannı, birer inci gibi mısralardaki mukadder yuvalarına yerleştirmektir. Yahya Kemal’in Rind-lerin Ölümü’nde ikinci dörtlük önceleri şöyle idi:

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde,
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve siyah serviler altında yatan kabrinde,
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.

Şair bu dörtlüğün üçüncü mısraından bir türlü memnun olmuyor. Yerini arayan fakat bulamayan bir kelimenin verdiği rahatsızlıktan bir türlü kurtulamıyor. Uzun çalışmalar ve mısraların nabzını yoklayışlar neticesinde şair yerini arayan kelimeyi, serin kelimesini bulup siyah kelimesinin yerine oturtmaya muvaffak oluyor:

Ve serin serviler altında yatan kabrinde,
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.

Nasıl? Şimdi servilerin serinliğine karışan bütün bir mavera serinliğinin haz hâlinde içimize aktığını duymuyor muyuz? Serin, servi, kabir, seher, açar, her, bir, öter kelimelerindeki (r) lerin, mısraların ahenk yapısında nasıl bir rol oynadıkları meydanda. Siya/ı kelimesi ne mana, ne de şekil bakımından yerindeydi.



Bu suretle, mısra içinde mukadder yerlerini bulan kelimeler amelî ve fikri değerlerini kaybederler; bir vasıta olmaktan kurtulurlar. Hermes’in Argus’u flütünün nağmeleriyle uyuttuğu gibi şair de mısralarının ahengi ve bu ahengin uyandırdığı hayal ve hâtıralarla, bu dünya için bizi uyutur; varlığımızı dar hendesesinden çekip çıkararak bizi bir şiir dünyasına götürür.

İşte şiirin doğuşu ve ilerleyişi, dili ameli ve zihnî karakterinden kurtarmak ve ona bir büyü imkânı kazandırmak yolunda harcanan gayretin uzun bir tarihi olarak görünüyor. Şiir için “esrarlı bir ahenk ve mana sentezi” dedim. Hiçbir formül bu ahenk ve mana sentezinde ahengin ve mananın, kalitelerini ve nisbetlerini tayin edemez. Bazan günlerce, aylarca çalışan şairin, kendisinin de beklemediği bir anda bu ahenk ve mana sentezini gerçekleştirdiği olur. Bu bakımdan insan ya şair doğar, ya doğmaz. Yalnız şu var ki şair mısralarını sıkıntılarıyla ve sabnnın üzüntüleriyle yoğurmadıkça sadece istidat halinde kalan şiir ancak bir mevsim sürer ve bize kokusu çabuk uçan birkaç hatıra bırakıp geçer. Bence Mallarme’nin “şiir, tesadüfün kelimeye yenilmesidir” sözünü, “tesadüfü sabırla aramak ve bulmak” manasına almalı.

Hayat karşısında, hayatın bazı anlannda derin ve tarif edilmez bir heyecan duyan, zaman içinde uzaklaşır gibi olan şair, bu rastgele doğan heyecanı her zaman duymak ve duyurmak imkânlarını arar.

Şiir bu imkânların gerçekleşmesidir ve bu imkânlar uğrunda doğmuştur. Fakat şiir adını verdiğimiz sayılı eserler ancak bizi şu içinde yaşadığımız dünyadan alıp başka bir dünyaya, bir rüya ve hâtıra dünyasına götürebiliyor. Bir eserin şiir olduğunu gösteren en kuvvetli delili de bu alıp götürme değil midir?

şair, şiir sanatıFarkında olmadan rüya ve hatıra kelimelerini söyledim. Gerçekten rüya ve hatıra dünyasıyla şiir dünyası arasında büyük bir benzerlik vardır. Kelimelerin anlatılmaz bir ilişki sisteminde kelimeler hayattan âdeta sökülüyorlardı; tabiî şartlar içinde birleştiklerinden başka türlü birleştikleri için onlara verdiğimiz tabiî manaları ve değerleri kaybediyorlar, musiki hâline geliyorlardı. Rüya dünyası da böyle değil mi? Bu dünyada her şey gerçek hayattan uzaklaştığı nisbette bir şiir değeri kazanmıyor mu? Bu dünyada da bütün çehreler ve şekiller gerçek hayatla olan ilişkilerini kesmiyorlar mı? Rüyada gerçek hayatın bütün şeylerini elbette görüyoruz. Fakat bu şeyler derin hassasiyetimizin değişikliklerine göre görünüyorlar, değişip yeni bir düzene giriyorlar. Hatıralar için de öyle. Hatıraların, zaman içinde uzaklaştıkça bir nevi şiir havasına bürünmeleri, bugünkü hayatımızda bütün pratik görevlerini kaybettikleri ve garip bir tarzda kaynaştıkları ve biraz da mantıksız göründükleri için değil midir? Gerçek şiirlerde bütün bir rüya ve hatıra dünyası bulmamağa imkân yoktur.

Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmiyen bir ummanda.

Bu mısralarda ne var? Büyük bir fikir mi? Tarihî veya ilmî bir hakikat mi? Görülmedik bir hayal mi? Hayır, bunlardan hiçbirini görmüyoruz. Kelimeler bildiğimiz kelimeler. Bununla beraber bu mısralar başka bir dünyadan gelmiş gibidirler. Bu iki mısrada ahengin, yerini değiştirmeğe imkân olmayan hâlâ kelimesinden, bu kelimenin yükselişinden, sonraki kelimelerin düşüşünden ve ikinci meradaki (g) lerden geldiğini söylemek belki yanlış olmaz. Ama bunlar kâfi değildir. Bu ritm ve ahenk bir ruh hali ile beraberdir, daha doğrusu bu ritm ve ahengi gerektiren o ruh hâli olmuştur.

Birinci mısra hayatla olan münasebetlerimizi uyutmağa başlarken, gemilerin geçmediği bir umman, tamamıyla hayalî bir varlık kazanıyor ve hâtıralarımızı, hülyalarımızı tutuşturuyor. Bu iki mısrada, zamanın sisleri içinde gittikçe kaybolan çocukluk cennetinin silik, fakat daima yeşil kalan hatıralarını, gençliğin bitmeyen hülyalarını, gelecek müphem günlerin daussılalı ümitlerini tekrar yaşamıyor muyuz? İşte bunun içindir ki bu iki mısra, Itri’yi aşarak, beşerîleşiyor. Acaba bu şiirin şiirliği, insanın kendini ezelî taraftarıyla o şiirde bulmasından, sezmesinden ileri gelmiyor mu? Kelimelerin ahengi, hecelerin ritmi, bu ahenk ve ritmin uyandırdığı hayaller, bu hayallere takılan belirsiz hasret ve ümitler… Bütün bunlar hiçbir kaidenin tayin edemediği nisbetler içinde birleşerek, şekilden ve şeklin mana ile münasebetinden gelen musikinin yardımıyla derin bir telkin kudreti kazanıyorlar, âdeta insanın insana ifşa ederek, yıllarca özlediğimiz bir âşinâya kavuşmaktan doğan bir zevki bize tattırıyorlar.

Şiir bu kadar esrarlı ve çözülmez bir terkip olduğuna göre, nesre çevrildiği zaman şiirliğini koruyan bir şiir tasavvur olunamadığı gibi, nesrin nazma sokulmasıyla elde edilen bir şiir de öylece tasavvur olunamaz. Ve gene öylece bir şaire: şunu veya bunu anlatmalısın demek kadar da manasız bir şey olamaz. Zaten şair bir şey anlatmaz, anlattığı zaman da şair olmaz. Bu işi hikayecilere, romancılara hülâsa nesircilere bırakır. Raks neyi anlatıyordu? Şair, ahenk ve mana sentezi hâlinde beliren iç çırpınışlarını kendisi seçmez; binbir türlü tesirler altında, bütün benliğini saran o çırpınışları sadece gerektiği şekilde ifadeye çalışır. Bu bakımdan şair, kendini nesre kaptırmadığı müddetçe şairdir.

Suut Kemal YETKİN