- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Şeyhi

şeyhi hayatı kimdirXV. asrın en önemli isimlerinden olan Şeyhî, Germiyanoğulları sınırları içinde yetişmiş büyük bir sanatkârdır. İsmi kaynaklarda bazen Yûsuf, bazen de Sinan olarak geçer. Tabip oluşu sebebiyle Hekim Sinan diye de anılır. İlk eğitimine o devrin Anadolu’daki önemli kültür merkezlerinden biri olan Kütahya’da başladı ve bu arada şair Ahmedî’den ders gördü. Tezkirelerin bildirdiğine göre yine genç yaşlarında eğitimini ilerletmek üzere İran’a gitti, burada tasavvuf, hik­met ve tıp eğitimi gördü. Sehî’ye göre; Seyyid Şerîf-i Cürcânî ile sınıf arkada­şı oldu.

O yıllar İran edebiyatında Kemâl-i Hocendî, Selmân-ı Sâvecî ve Hâfız-ı Şîrâzî gibi .büyük şairlerin yoğun olarak rağbet gördükleri bir devreyi oluşturdu­ğundan kendisi de bunlardan etkilenerek memleketine döndü. İran dönüşü sıra­sında Ankara’ya uğrayarak Hacı Bayramdı Velî’ye intisap ederek “Şeyhî” lâka­bını aldı. Memleketi Germiyan’da bir attar dükkânı açıp tabipliğe başlayan şair, önce Germiyan beyi II. Yakub’un hizmetine, daha sonra da Süleyman Şah’ın sal­tanatı döneminde Germiyan’ın Osmanlılar’a düğün hediyesi olarak verilmesi üzerine Çelebi Mehmed ile II. Murad’a intisap etti.

Çelebi Sultan Mehmed’in Karaman seferi sırasında (818/1415) Ankara’da rahatsızlanması üzerine çağrılak tedavide başarı göstermesi üzerine, kendisine Tokuzlu köyü tımar olarak vermiş ve sultanın hususî tabipliğine tayin edilmiştir. Bu yüzden Şeyhî, Osmanlı oynaklarında Osmanlı Devleti’nin ilk “re’îsü’l-etibbâ”sı yâni hekimbaşısı ola-österilir. Sultan II. Murad’ın 1421 ‘de tahta geçişinden sonra onu ziyaret için gelen Şeyhî, ömrünün son yıllarını memleketinde geçirmiştir. Kabri ahya da Yoncalı yolu üzerinde, bir adı da Dumlupınar olan şehre yedi kilometredeki Çiftepınar köyündedir. 1961 senesinde kendisine eski mimari üslupta bir mezar inşâ edilmiştir.

XIV. asrın sonu ile on beşinci asrın ilk yarısında yaşamış olan Şeyhî’nin de dönemin şairleri gibi, İslâmiyeti kabul eden Türkler arasına dokuz ve onuncu asırlardan itibaren giren ve İran mutasavvıflarının tesiri altında gittikçe genişle­yen tasavvuf cereyanlarına yabancı kalmadığı görülmektedir. Nitekim XIV ve XV. asırlarda Anadolu’da yetişen Türk şairlerinin eserleri tetkik edildiğinde, bu sanatkârların tasavvufu İran mutasavvıflarının kullandıkları remizlerle terennüm ettikleri görülür. Bilindiği gibi önce tasavvufî nazariyeleri Senâî, Ferîdüddîn-i Attâr tarzında açık ve kısmen remizsiz yazan Türk şairleri yavaş yavaş bu felse­fî görüşü mecazî aşk ile karıştırmışlardır. Kemâl-i Hocendî, Selmân-ı Sâvecî, Hâfız-ı Şîrâzî gibi büyük şairler tarafından kullanılan bu üslûp Şeyhî’yi de cezbetmiştir. Onların elinde ince ve akıcı bir yapı kazanan tasavvuf bizim klâsik edebiyatımıza esas itibariyle Şeyhî ile girmiştir.



Şeyhî Anadolu sahasında klâsik edebiyatı ana hatlarıyla ortaya koyan ilk şa­irlerdendir. Kendisinden önce gelenler, şiirlerinde onun derecesinde güçlü bir ol­gunluk sergileyememişlerdir. Ahmedî dahi onun kadar incelikler ortaya koyama­mıştır. Eskiler bundan dolayı ona Anadolu şairlerinin öncüsü anlamında “pîste-rîıı-i şu’arâ-yı Rûm” ve “şeyhü’ş-şu’arâ” demişlerdir.

Şeyhî’nin şiirlerinde kullandığı vezinler de dikkat çekicidir. Onun en çok kullandığı vezin “mefülü fâilâtü mefâîlü fâilün” gibi karışık vezinlerdir. Şiirleri­nin dörtte birini bu vezinle yazmıştır. Çok kullandığı ikinci bir vezin de “mefâ-ilün fâilâtün mefâilün feilün”dür. Şâirin bu tercihi, özellikle devri dikkate alındı­ğında ayrı bir önem kazanmaktadır. Zira, bu devirlerde daha çok basit vezinlere rağbet edilmektedir.

Şâirin monotonluktan uzak vezinleri seçmesi, onun ahenk yönünden de ince bir zevke sahip olduğunu göstermektedir. Bu aynı zamanda di­lin imkânlarını sonuna kadar zorlamayı göze almak demektir. Tezkireciler, Şey­hî’nin gazel ve kasidede, mesnevide olduğu kadar başarılı olmadığı görüşünde­dirler. Ancak gazelleriyle mesnevîleri arasında değer yönünden büyük bir fark ol­duğu söylenemez. Ona yöneltilen tenkitler daha çok, şiirlerinde İran şairlerinden çok fazla izler ve ilhamlar bulunması, bazen de bunların aynen benimsenmesin­den kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte klâsik şiirimizin kurucularından sayılan Şeyhî‘nin şöhreti ve tesiri sonraki asırlarda da devam etmiştir. Nitekim ondan sonra gelen şairler kendilerini Şeyhî ile karşılaştırma ihtiyacını hissetmişler; ona ulaştıklarını veya geçtiklerini söylerken onun üstatlığını tescil etmişlerdir.

Şeyhî’nin orta hacimli olan Türkçe Divan‘ı, Anadolu sahasında gelişen klâ­sik edebiyatın temel taşlarından birini oluşturur. 1438 tarihinde istinsah edilen Millet Ktp. Ali Emirî kitapları arasında bulunan Şeyhî Dîvânı nüshası Ali Nihad Tarlan tarafından bir inceleme ile birlikte tıpkıbasım olarak 1946 yılında yayım­lanmıştır. Aynı müellif, Dîvân’m hem tarama sözlüğünü hazırlamış (Şeyhi Divanı Tarama Sözlüğü, Ankara 1942) hem de Dîvân ı edebî yönüyle incelemiştir (Şeyhî Divanı nı Tetkik, İstanbul 1964). Dîvân, son olarak Mustafa İsen ve Cemal Kurnaz

tarafından da neşredilmiştir (ŞeyhîDivanı, Ankara 1990). Bu neşir içerisine Hüsrev U Şîrînde yer alan 5 kasîde, 1 tercî-i bend ve 26 gazel de alınmıştır. Buna göre; divanda 20 kasîde, 2 terkîb-i bend, 3 tercî-i bend, 2 müstezad, 200 gazel bulun­maktadır.

Bilindiği kadarıyla bu asırda yazılan ilk, Anadolu’da yazılan ikinci Hüsrev üŞîrîn hikâyesi Şeyhî’ye aittir. Şeyhî, Hüsrev ü Şîrîn mevzuunu kendisinden ön­ce ve sonra gelen Türk şairleri arasında en iyi işleyen şairdir. Birçok müellif bu eseri Türkçe yazılan Hüsrev ü Şîrîn mesnevîlerinin en güzeli olarak kabul etmiş­tir. Şeyhî‘ye göre mesnevi nazmetmek bir şehir kurmaya benzer, gazel ise birkaç ev inşa etmek gibidir.Dolayısıyla şairin asıl gücünü ispat edeceği eser mesnevi­dir. Şeyhî bu mesnevîsiyle şiire vukufunu, şairlikte kudretini göstermiştir. Hüs­rev ii Şîrîn mesnevisi 1421-1430 yılları arasında Sultan II. Murad adına yazıl­mıştır. 6944 beyitlik mesnevîde, 775 beyitlik bir girişten sonra on bir bölümlük ana hikâyeye yer verilir. Ömrü vefa etmemesi sebebiyle Şeyhî tarafından bitiri­lemeyen esere yeğeni Cemâlî tarafından 109 beyitlik bir zeyil yazılmış ve daha sonra Rûmî adlı bir şair tarafından eserin son kısmını oluşturan Şîrûye Vak’ası aynı vezinle tercüme edilmiştir.

Mesneviye Nizâmî’nin aynı adlı eseri kaynaklık etmiştir. Ancak Şeyhî ese­rinin özellikle giriş bölümünü büyük oranda Nizamî’den farklı kaleme almış ve kendi sanat kudretini gösterme çabasına girmiş, bunda da belirli ölçüde başarılı olmuştur. Buna rağmen şair, mesnevisinin asıl bölümünü oluşturan hikâye kıs­mında, girişten farklı olarak genellikle Nizâmî’nin eserine bağlı kalmakla birlik­te önemli ölçüde çıkartma ve eklemeler yaparak eserine telif hüviyeti kazandır­mıştır. Eser, F. Kadri Timurtaş tarafından yeni harflerle yayımlanmıştır (Şeyhî ve Hüsrev ü Şirin’i [İnceleme-Meün], İstanbul 1980).

İnce bir sosyal tenkit ve temiz bir Türkçe örneği olan Har-nâme, aynı za­manda hiciv ve mizah edebiyatımızın bir şaheseridir. Şâir, aslında kendi başın­dan geçen bir hadiseyi teşhis yoluyla hayvanlarla temsil ederek en mükemmel tarzda aksettirmeyi başarmış, bunun için de kuvvetli tasvirler kullanmıştır. Har-name’riın yazılış sebebi hakkında kaynaklarda verilen bilgilerin çeşitli ve birbir­lerinden farklı olduğu görülmektedir. Sehî Bey ve Latîfî’ye göre; Şeyhî’yi çok takdir eden padişah II. Murad, onu vezir yapmak ister. Şeyhî’yi çekemeyen kimseler onun, Nizâmî’nin Penc-genc’i gibi beş mesnevî yazdıktan sonra bu ma­kama gelmesinin daha uygun olduğunu söylerler.

Şeyhî bunun üzerine; Nizami’nin Hüsrev ü Şîrîn isimli mesnevisini tercümeye başlar. Çevirdiği 1000 bey-‘ Padişaha arz edince padişah buna çok memnun olur ve ona çeşitli ihsanlarda bulunur. Şeyhî, aldığı ihsanlarla memleketine giderken yolunu haramiler çevirir canını onlardan zor kurtarır. Bunun üzerine kendi hâline uygun olan Harnâme isimli eserini yazarak padişaha gönderir. Hasan Çelebi, Âşık Çelebi ve Âlî’ye e lse, hastalanan Çelebi Mehmed’i iyi etmesi üzerine; kendisine Tokuzlu isimli bir köy verilir. Oraya giderken o köyün eski sahipleri tarafından yolu ke­silir ve nesi var nesi yoksa hepsi elinden alınır. Bunun üzerine mezkur eserini ya­zarak padişaha arz eder. Eserin kime sunulduğu konusu da henüz kesinlik kazan­mamıştır. Ancak bugün Sultan II. Murad’a takdim edildiği görüşü ağırlık ka­zanmaktadır.

Şeyhî’nin bu hikâyesinin konusunu, Arapça bir darb-ı meselle, Herat’ta ye­tişmiş Emîr Hüseynî’nin Zâdü’l-müsâfirîn adlı eserindeki küçük bir eşek hikâ­yesinden aldığı sanılmaktadır. Ancak Şeyhî’nin bu eserini, Firdevsî-i Tûsî’nin Şeh-nâme’sinde “Ki har şod ki lıvâhed zi gâvân suru I Be-gâvâre gum kerd gûş ez du sû” (tere. Eşek öküzlerden boynuz istemeye gitti; -ahmakça düşüncesinden dolayı- iki yandan kulağını kaybetti) şeklinde geçen ve Fahrî’nin Hiisrev ii ŞU rîn’inde “Ki varmışdı eşek kim bula boynuz I Kulakdan çıkdı oldı hâli yavuztar­zında tercüme ettiği beyitte bahsedilen eşek ile öküz hikâyesinden mülhem yaz­dığının da göz önünde bulundurulması gerekir. Çünkü Şeyhî’nin hem Hiisrev ii Şîrîn’inin özellikle Behrâm-ı Çûbîn meselesini Şeh-nâme’den istifade ederek ya­zarken Şeh-nâme’den, hem de kendisinden önce Anadolu’da yazılan Fahrî’nin eserinden bu beyti görmesi ihtimal dahilindedir.

126 beyitten ibaret olup aruzun “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılan Har-nâıne’de, kısa bir tevhid ve na’ttan sonra devrin padişahını öven 26 beyitlik bir kısım mevcuttur. Şeyhî burada padişahın devrinde fitnenin kalkıp huzurun tesis edilmediğini, herkesin neşe içinde yaşadığını ifade eder ve hemen ardından bir bahar tasviri çizer; sonra da kendi bedbaht hâlini zikrederek şu hikâyeyi an­latır: Zayıf bir eşek vardır, iş göremeyecek hâlde olduğundan sahibi palanını sır­tından alarak onu otlağa salar. Eşek otlayarak biraz gidince otlakta gözleri ateş­li, göğüsleri gerilmiş hâlde keyifle beslenen öküzleri görür, onlara hayran! kalır.

Kendisini onlarla kıyaslayarak bu işte bir adaletsizlik olduğunu düşünür. Tanıdı­ğı bir akıllı eşeğe giderek bu müşkülünü ona danışmaya karar verir. Gördükleri­ni anlatıp fikrini sorunca, akıllı eşek ona kendilerinin eşek olduğunu, vazifeleri­nin odun taşımayı gerektirdiğini, onların ise öküz olup otlamak zorunda oldukla­rını anlatır. Zavallı eşek üstadının nasihatini dinlemeyerek gezerken gördüğü ilk yeşermiş ekinliğe girer ve keyifle otlamaya başlar. Karnını doyurunca da neşey­le anırır. Sesi duyan ekin sahibi gelip tarlasının mahvolduğunu görünce eşeği bir güzel döver, öfkesini yenemeyince de bıçağını çıkarıp eşeğin kuyruğunu ve ku­laklarını keser. Eşek gözyaşı yerine kan dökerek kaçarken akıllı eşeğe rastlar ve yaptığından pişmanlık duyduğunu söyler. Şâir burada hikâyeyi hemen kendi ba­şından geçen vak’aya bağlayarak padişahın adaletini temenni eder.

Şeyhî, büyük bir mesnevînin, bütün kısımlarının muayyen ölçülerle küçül­tülmüş bir örneğini yansıtması ve tasvirlerindeki kuvvetlilik nedeniyle bu eserin­de oldukça başarı sağlamıştır. Ancak, Har-nâme’nin asıl değeri, satirik bir eser olması dolayısıyladır. Şeyhî, Har-nâıne’de gösterdiği incelik, zarafet ve mükemmel alay ediş kabiliyeti ile, Türk mizah ve hiciv edebiyatında mümtaz bir yer al­mıştır. Har-nâme, hiciv edebiyatımızın en parıltılı ve en önde gelen eserlerinden­dir. İlk olması dolaysıyla, belki de en ileride olanıdır. Hemen her beyti ince bir nüktenin sehlimümteni hâlinde söylenen bu hikâyenin diğer dikkate değer husu­siyeti, çok sâde bir Türkçe ile söylenmiş olmasıdır. O kadar ki bu hikâyenin ba­zı beyitleri tamamıyla öztürkçe beyitlerdir.

Diğerlerinde de ya tamamıyla Türkçeleşmiş kelimeler yahut çok zarurî, yabancı sözler görülür ki, onlar da beyitle­rin umumiyetle Türkçe olan sözleri ve Türkçe söyleyiş üslûbu içinde eriyip kay­bolmuş durumdadır. Bu lisan ve bu ifade millîliğiyle Har-nâme, asrının sâde ve tabiî Türkçesini en iyi belirten eserlerdendir. Eser Tahir Olgun (Germiyanlı Şeyhî ve Harnâmesi, Giresun 1949) ve Faruk Kadri Timurtaş (Şeyhî’nin Harnâme’si, İstan­bul 1981) tarafından yayımlanmıştır.

Şeyhi’nin Hayatının Kısaca Özeti

Şeyhî (?-1431) Kütahya doğumlu Türk Divan edebiyatı şairi. Asıl ismi Yusuf Sinanüddin veya Yusuf Sinan’dır. Germiyanlı Şeyhi olarak da bilinir. Orhan Gazi ve I. Murat’a vezirlik yapmış olan Sinanüddin Fakıh Yusuf Paşa ile karıştırılmamalıdır.

Şeyhi’nin doğum tarihi bilinmese de, Kütahya’da doğduğu ve çocukluğunu burada geçirdiği bilinmektedir. Bazı kaynaklarda 1371 yılında doğduğu belirtilse de bu tarihin doğruluğu ispatlanmamıştır. Bilime olan merakı ile İran’a gitmiş, burada başta tıp ve tasavvuf olmak üzere yoğun bir eğitim görmüştür. Öğrenimini tamamlayarak Anadolu’ya geri döner. Bu sıralarda Hekim Sinan olarak anılmaktadır. Bir hekim olarak ünlenen Şeyhi’nin tedavi ettiği hastalar içinde Sultan Mehmed Çelebi de vardır. Başarılı tedavi üzerine Sultan Çelebi Mehmed Şeyhi’ye Kütahya yakınlarındaki Tokuzlu köyünü hediye eder. Fakat Şeyhi köyde (muhtemelen köylülerce) soyulur, dövülür ve tecavüz edilir. Bunun üzerine Harnâme (Eşekname) isimli mesneviyi yazar. Bu fabl eserde, kaderi yük taşımak olan bir eşeğin semiren öküzlere özenmesi üzerine başına gelenler mizahi ve alegorik bir dil ile hicvedilmiştir.

Hacı Bayram Veli’den fazlasıyla etkilenmiş ve onun dervişi olmuştur. II. Murat zamanında saraya çok yakın olan Şeyhi, padişahın hekimlerindendir. Bizzat padişahın isteği üzerine Hüsrev ü Şirin’in Türkçe tercümesini yazmaya başlamıştır. Bu eserini tamamlayamadan vefat etmiştir. Vefat tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, genel kanı 1431 yılında vefat ettiği üzerinedir. Mezarı Kütahya’ya 7 kilometre mesafede Dumlupınar köyünde Erenlerbaşı olarak tanınan bir ziyaret yeridir.

Şeyhi erken dönem Divan Edebiyatı şairlerindendir ve divan edebiyatının gelişmesine büyük katkısı olmuştur. Tasavvufi bir kişilik olmasına ve tasavvuf eğitimi almış olmasına rağmen eserlerinde tasavvufi öğeler bulunmamaktadır. Din dışı şiirler yazmayı tercih etmiştir.

Başlıca Eserleri

– Divan
– Hüsrev ü Şirin
– Harnâme

Ayrıca edebi eserlerinin yanında tıpla ilgili eserlerden kaleme almıştır:

– Kenz-ül Menafi
– Harnâme
– Neynâme

Eserlerinden örnek

Gazel

Ölme gönül firaak ile Îsâ-nefes gelür
Yanma ciger figaan ile feryâd-res gelür

Can bülbili teferrüc-i dîdâr kılmasa
Firdevs bostânı gözüne kafes gelür

Her bî-haber ne bile mahabbet safâsını
Nâ-merde aşk u derd hevâ vü heves gelür

Bilmez kimesne kaafile-i dûstdan haber
Geh geh budur kulaguma bang-ı ceres gelür

Şeyhî ko peşpeşeyi dahı şehbâzı kıl şikâr
Sîmürg-i himet olana âlem meges gelür

(Vezin: Mef’ûlü failâtü mafâilü fâilün)

Kim Kimdir? sayfasına dön! «|