- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu

hasibe mazıoğluMesut Çetintaş’ın Hasibe Mazıoğlu ile yaptığı söyleşiden…

-Sayın Mazıoğlu biraz kendinizden bahseder misiniz? Gördüğünüz eğitim, yetiştiğiniz çevre hakkında neler söylersiniz? Neden Türkoloji gibi bir alanı seçtiniz?

Burada özel yaşamımı ve meslek hayatımı ayrıntılı olarak yeniden anlatmak istemiyorum. Harward Üniversitesi yayınlarından Journal of Turkish Studies (Türklük Araştırmaları) 21 1977, Hasibe Mazıoğlu Armağanı I-III ile Bütün Yönleriyle Develi, Bilgi Şöleni, 26-28 Ekim 2002, Bildiriler, s. 425-429’da özel yaşamım ve meslek hayatımla ilgili bilgi bulunmaktadır. Bu ikisinde bulunan bilgilere doğum yerim, doğum tarihim yetiştiğim çevre ve ailemle ilgili olarak şunları ekleyebilirim:

Bana ‘Nerelisin?’ diye sorduklarında: ‘Öğünmek gibi olmasın, Kayseriliyim’ derim. Aslında Kayseri’nin ilçesi olan Develi’denim. Kayseri ile Develi arasında Erciyes Dağı vardır. Yalnız, Develi’den Erciyes’in görünüşü değişiktir. Kayseri yönü kayalıklı, muhteşem tek bir zirvedir. Develi’den ise düzgün üç zirve hâlinde görünür. Çok az yükseklikte olan ortadaki zirvenin üzerinden yaz aylarında bile kar hiç eksik olmaz. Develi’nin konumu Kayseri’den daha yüksekte, Erciyes’e daha yakın olduğundan yazları serin olur. Kayseri ile Develi arası 80 km olup Kayseri-Adana tren yolu üzerindeki Kayseri’nin İncesu ilçesinden ayrılan asfalt bir yolla Erciyes’in güneyinde bulunan Develi’ye varılır. Develi’nin bulunduğu yer sapa olup ticarete elverişli değildir. Bundan dolayı gençler ancak okuyarak iyi bir gelecek elde edebilirler. Bu yüzden Develi’de bütün çocuklar okutulur.

Develi’nin eski adı Everek’ti. Selçuklular zamanında Everek’e 4 km uzaklıktaki tepenin üzerinde Dev Ali adındaki bir Selçuklu kahramanı, askerî yönden önemli olan Kayseri-Adana yolunun gözetlenmesi için bir gözetleme yeri kurmuş. Dev Ali adının halk tarafından zamanla Develi biçiminde söylenmesinin yer adı olarak kullanıldığı halkın anlattığı etimolojik bir açıklamadır. Cumhuriyet’ten sonra Everek adı kullanılmamış, Develi bütün ilçenin adı olmuştur. Selçukluların kurduğu gözetleme yeri olan Develi, Yukarı Develi adıyla Develi ilçesinin bir mahallesidir. Bu yüzden XIX. yüzyılın tanınmış halk şairlerinden Seyranî hakkında yayımlanmış ilk eserde Everek adının belirtilmesi gerekli görülmüş olup: “Ahmet Hazım, Everekli Sânihât-ı Seyranî, 1924” yazılmıştır.

Develi’de eskiden Ermeni ve Rum çokmuş Ermenilerin çoğu “tehcir” olayında Suriye’ye gönderilmiş. Rumların hepsi mübadele yoluyla değiştirilerek Yunanistan’a gitmişler, Türklerle evlenen Rum kadınlardan çocuğunu bırakıp gidenler olmuş. Çocukları olan Ermeni kadınlar Türk adları alıp Müslüman olduklarını söyleyerek Develi’de kalmışlardır. Erkek çocuklar büyüyünce ayakkabıcılık, terzilik, marangozluk gibi işler yaparlardı. Kadınların hepsinin kıyafeti aynı olup kalın siyah kumaştan etek ve üstlük giyerlerdi. Bunun yas kıyafeti olduğunu sanıyorum. Genç kadın ve kızların giyinişi normal ve sade idi. Cumhuriyet Döneminde pazar günleri kiliseye giderek ayinlerini rahat yaparlardı. Develi’de kalanlar birer birer İstanbul’a göçtüler ve çok zengin oldular. Ancak yeşil Everek’i hâlâ unutmadıklarını söylerler.

Develi’nin Türk halkı XII. ve XIII. yüzyıllarda Orta Asya’dan birbiri ardınca sürekli olarak Anadolu’ya gelen Oğuz Türklerinden güneyde Maraş yoluyla gelmiş olan Türkmen aşiretleridir. Bu tarihî yerleşme dolayısıyla Develi halkı ile Kayseri halkı arasında Erciyes Dağı kadar fark vardır. Bu yüzdendir ki ben de Kayseri’de işe yaramayan okumuşlar sınıfındanım.



1928 Temmuzunda yeni Türk harflerini öğretmek için ev kadınları ve okulu eski yazıda bitirenlerle okumakta olan öğrenciler için “Halk Mektepleri” adıyla kurs açılmıştı. İlkokul ikinci sınıfta olan küçük ablamın yanında ben de altı yaşında bu kursa giderek okumayı öğrendiğimden, eylül ayında ilkokula başladım. 1933’te yaşımın küçüklüğü nedeniyle ortaokula gidebilmem için mahkeme kararıyla yaşım büyütülerek doğum tarihim nüfusa 1922 olarak kaydedildi.

Ortaokulda başarılı bir öğrenci idim. Özellikle edebiyat ile Fransızca derslerinde durumum çok iyi idi. Edebiyatı üç yıl Makbul Özdil Bey okuttu. Makbul Özdil Hoca deneyimli, bilgili, anlayışlı ve çok kibar bir öğretmendi. Öğrencilerle ayrı ayrı ilgilendiğinden edebiyatı bütün öğrencilerine sevdirmişti. Makbul Özdil Hocanın dersi beni de etkilemişti. Edebiyatı çok seviyordum. Yazmış olduğum iki kompozisyon ödevimi o zamanki adıyla Maarif Vekâletine gönderdiğini söyleyerek beni yönlendirmek istemişti. 1940 yılının Haziran ayında Kayseri Lisesinin Edebiyat Şubesini birincilikle bitirmemde ve Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne girmemde Makbul Özdil Hocamın beni yönlendirmesi etkili olmuştur.

Türkolojiyi meslek olarak seçmemin ikinci bir nedeni de ailemin edebiyata ve sanata olan sevgisi ve eğilimidir. Fakültenin ikinci sınıfında iken İranlı bilgin şair Sa’di’nin tanınmış eseri Gülistan’ı yaz tatilinde babamla birlikte okumuştuk. O zaman 60 yaşlarında olan babacığım rüştiyede okuduğu Farsçayı unutamamıştı. Hâlâ sakladığım diplomasında (şahâdet-nâme) şu dersler yazılıdır: Arabî, Farisî, Türkî, İmlâ ve İnşa, Tarih-i İslâm, Hesap, Hendese, Coğrafya, Sülüs, Rik’a. Not toplamı pekiyi (aliyyü’l-a’lâ) olan Şahâdet-nâme Muallim-i Evvel, Muallim-i Sâni ve beş mümeyyizin mühürlü imzası ile 1306’da Develi Kaymakamlığı tarafından verilmiştir. Bugün edebiyat fakültelerinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Arapça, Farsça, Rik’a ve Sülüs (Paleografya) seçmeli yardımcı ders olarak okutulmaktadır.

Ben doğduğumda babam 45, annem 42 yaşındaymış. İkisi erkek dört de kız kardeşin en küçükleri bendim. Anneciğim Ankara’ya beni görmeye geldiğinde veya ağabeylerimin yanına gittiğinde babam, annemin özlemiyle yazdığı şiirleri bizlere gönderirdi. Her iki ağabeyim de vakit buldukça şiir yazarlardı. Büyük ağabeyim saz, küçük ağabeyim de keman çalardı. Üç ablam eski yazı ile yeni yazıyı okurlar ve yazarlardı. Ortanca ablam ut dersleri de almıştı. Ben müzikle hiç uğraşmadım. Türk müziği ile klasik batı müziğini dinlemeyi severim. Benim de aruzla ve serbest olarak yazılmış birkaç şiirim vardır.

– Türk dili ile kültürü ve medeniyeti arasında nasıl bir ilişki vardır?

Dil ile kültür ve medeniyet arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu konuda önce dil ile kültür arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışayım. Yalnız daha önce kültürün ve medeniyetin tanımının yapılması yararlı olacaktır. Kültür ve medeniyetle ilgili eserlerde her ikisinin de çeşitli tanımları yapılmıştır. Burada ben kültürün kısa bir tanımını yaptıktan sonra dil ile olan ilişkisini belirtmeye çalışayım: Kültür, bir toplumun, bir ülke halkının tarih boyunca toplumsal yaşama biçiminin bütünüdür. Kültür, o toplumun veya o ülke halkının gelenekleri, ahlak görüşü, inancı, sanatı gibi toplumsal yaşama özgü maddi ve manevi bütün özelliklerini içine alır. Dil ile kültürün ilişkisine gelince: Toplumsal bir varlık olan insanlar konuşmak, düşündüklerini birbirlerine söylemek ihtiyacıyla dili yaratmışlardır. Dil ile düşünce arasında sıkı bir bağ, karşılıklı bir etkileşim vardır. Bir insan düşüncesini anlatırken kullandığı sözcüklere özen gösterdiği ölçüde dilini geliştirir. Ancak dil, asıl eğitim ve öğretimle geliştirilir. Eğitim ve öğretimde önde gelen en önemli araç dildir. Eğitim ve öğretimle geliştirilmiş bir dille kültürün tanıtılması daha etkili olur. Bu yüzden Türk kültürünün dünyaya tanıtılmasında Türk dilinin geliştirilmesi büyük önem taşır. Türk Dil Kurumunun, daha ilk kurultayında “Türk dilini kültürümüzün eksiksiz anlatım aracı durumuna getirmek” amacı belirtilmiştir (İstanbul, 17 Ekim 1933, s. 10; S. D. I, 380).

Dilin medeniyetle olan ilişkisi üzerinde durmadan önce medeniyetin de bir tanımını yapmaya çalışayım: Medeniyet, bir toplumun veya bir ülke halkının toplumsal yaşamında bir sorunu yoksa, insanlar düşünce ve inançlarını belirtmekte özgürse, başkalarının düşünce ve inançlarına da saygılıysa, insan sevgisi, toplumsal yardım, hoşgörü gibi insanlık duyguları gelişmişse, eleştiride gerçeği söylemekten korkulmuyorsa ve kişinin onuru düşünülerek ölçülü davranılıyorsa o toplum uygar olup medeniyette ilerlemiştir. Böyle bir toplumun insanları birbirleriyle ilişkilerinde düşünceli ve nazik davranırlar. İnsanlar bu düzeye eğitim ve öğretimle erişebilir. Dil ve kültür ilişkilerinde olduğu gibi bu konuda da dil en başta gelen önemli bir araçtır. Uygarlık yani medeniyet aileden başlayarak eğitim ve öğretimle gelişir. Eğitim ve öğretimin bütün basamaklarında gençlere yukarıda tanımlamaya çalıştığım niteliklerin kazandırılması, eğitim ve öğretimin bilimsel temele dayalı programlarla düzenlenmiş olan Türk dili ve Türk kültürünün okutulup öğretilmesine bağlıdır. Ulu önder Atatürk Türk milletinin kültürde ve medeniyette yükselebilmesi için ilimde ve teknikte (fende) yüksek meslek sahiplerinin yetiştirilmesini istemişlerdir (S. D. I. S. 230). Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve en uygar ülkeleri düzeyine eriştirmek yüce Atatürk için en büyük ideal olmuştur (S. D. II, s. 271).

-Üzerinde çalışmalar yaptığınız Eski Anadolu ve Osmanlı Türkçesi göz önüne alınırsa Türk dili, Türk kültürünü ve medeniyeti ne ölçüde yansıtmaktadır?

Eski Anadolu ve Osmanlı Türkçesinin Türk kültürünü ve medeniyetini ne ölçüde yansıttığı sorusunun yanıtı oldukça geniştir. Bu geniş kapsamlı soruyu burada ancak özetleyerek yanıtlamaya çalışayım:

Eski Anadolu Türkçesi bilindiği üzere 12. yüzyıldan 1453’te İstanbul’un fethine kadar olan dönemdir. 1071’de Malazgirt zaferiyle Oğuz Türklerine Anadolu’nun kapıları kesin olarak açılmıştır. 12. yüzyılda Anadolu’nun Türkleştirilmesi mücadelesi verilirken Oğuz Türklerinin sözlü gelenekle getirdikleri Oğuz Destanı, Ahmed-i Yesevî’nin hikmetleri, din büyüklerinin kahramanlık destanları, Anadolu’da yaratılmış olan Battal-nâme, Dânişmen-nâme, Dede Korkut gibi destan ve hikâyelerle birlikte atasözleri, fıkralar ve masallar vb. ile Türk kültürü Anadolu’da yerleşmektedir. Bunda savaşçı alperenlerin, şehirlerde ve köylerde yerleşmiş Türk halkı ile aşiretler arasında dolaşan Ahmed-i Yesevî, Harezmli Rıfâî, Kalenderî, Hayderî, vb. dervişlerle birlikte Rum (Anadolu) erenleri abdalların yararları olmuştur. Orta Asya’da Cengiz’in askerlerinin korkunç yıkıcı istilâsının önünden kaçarak Anadolu’ya sığınan bu derviş grupları arasında Yesevî, Kübrevî, Rıfâî gibi Sünnî inançlı dervişler yanında, toplum yaşamına ve karşı şeriata aykırı, Bâtınî düşünceler taşıyan Kalenderîler gibi yarı çıplak giyinişli, saç, sakal kaşlar tıraşlı cavlaklar (cevlakan) denen dervişler bulunmaktadır.

Ayrıca Cengiz istilâsından kaçarak Anadolu’ya sığınmış büyük mutasavvıflar vardır. Daha önce Âlimlerin sultanı (Sultânü’l-ulemâ) lâkabıyla ünlü Bahaüddin Sultan Veled, oğlu Mevlânâ Celâlüddin ile birlikte Harezm’de Belh’ten ayrılmış, İran yoluyla Hicaz’a gitmiş, oradan Anadolu’ya gelerek önce Karaman’da sonra da Konya’da yerleşmiştir. Sultanü’l-ulemâ’nın talebesi ve Mevlânâ’nın hocası Seyyid Burhanüddin Tirmizî de Konya’da yerleşmiş mutasavvıf bir bilgindir. Konya’da Sadrüddin-i Konevî, Mahmud-ı Hayrânî, Kayseri ve Sivas’ta Necmüddin-i Dâye, Tokat’ta Fahrüddin-i Irakî gibi büyük mutasavvıflar yaşamaktadır. Sadrüddin-i Konevî’yi yetiştiren Muhiddin İbni Arabî de Anadolu’da büyük ilgi ve saygı görmüştür. Bu mutasavvıflar eserlerini Farsça ve Arapça yazdıklarından dolayı bunların eserlerindeki tasavvuf düşüncesinden ancak medreseden yetişmiş olan insanlar yararlanmışlardır.

Hacı Bektaş-ı Velî Horasan’dan (Nişabur-1271 Hacıbektaş) Anadolu’ya gelmiş bir mutasavvıftır. Ahmed-i Yesevî (öl. 1166) etkisi altında kalarak onun ocağında yetişmiştir. Anadolu’ya Yesevî’nin işaretiyle geldiği Vilâyet-nâme menkıbesinde anlatılır. Hacı Bektaş Selçuklu Devleti’ne karşı isyan eden Baba İshak’ın müritlerindendir. Hacı Bektaş-ı Veli Makalât adındaki eserini Arapça ile yazmıştır. Hacı Bektaş şeriata bağlı bir mutasavvıf olduğunu Makalât adlı eseriyle göstermektedir. Ahmed-i Yesevî’nin Fakr-nâme’siyle aynı konuda yazılmış olan Makalât’da şeriat, tarikat, marifet ve hakikat ile bunlara bağlı kırk kapı anlatılır. 14. yüzyılda Yunus Emre’nin etkisi altında şiirler yazan Said Emre Makalât’ı nesirle, 15. yüzyılda Muhammed Hatipoğlu manzum olarak Türkçeye çevirmişlerdir. Esat Coşan Makalât’ın eksik ve dağınık el yazmalarını karşılaştırarak tam metnini tespite çalışmış ve kurduğu metni Türkçeye çevirmiştir (Seha Neşriyat, Ankara, 1971).

Hacı Bektaş-ı Velî şehirlerde halk arasında özellikle köylerde dolaşarak Türkmenlere tasavvufu anlatmış, onları aydınlatıp doğru yola yöneltmeye çalışmıştır. Tanrı’ya sevgi ile ulaşılacağını, Tanrı’nın niteliklerini taşıyan insanı sevmeyi, bütün insanların kardeş olduğunu, bu yüzden dinî ayrılıkların gereksizliğini anlatan Hacı Bektaş-ı Veli halk arasında büyük bir ün kazanmıştır. Bektaşîlik tarikatı Hacı Bektaş-ı Veli tarafından kurulmamıştır. Balım Sultan (öl. 1516) Hacı Bektaş‘ın düşünceleriyle hakkında söylenegelen menkıbeleşmiş bilgilerden de yararlanarak Bektaşîlik tarikatının esaslarını kurmuştur. Bundan dolayı Bektaşîler Balım Sultanı ikinci pir olarak kabul ederler. Hacı Bektaş’ın menkıbeleştirilmiş olan hayatını 15. yüzyılın ilk yarısında II. Murad zamanında yazıya geçirilmiş olan Vilâyet-nâme’den öğrenmekteyiz. (Abdülbaki Gölpınarlı, Vilâyet-nâme, Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, İstanbul, 1958).

Hacı Bektaş’ın Vilâyet-nâme’sinde anlatıldığına göre Ahi Evren de Hacı Bektaş-ı Veli gibi Anadolu’ya Horasan’dan gelmiş bir mutasavvıftır. Kırşehir’de kurduğu tekkesinde Horasan’dan getirdiği Ahilikle ilgili düşüncelerini halka yaymaya çalışmıştır. Dinî-tasavvufi-ekonomik bir lonca kuruluşu olan Ahilik 13. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklu Devleti’nin zayıfladığı, Moğollara verilen ağır vergiler yüzünden halkın sıkıntı çektiği bir dönemde çok yararlı olmuş dinî-tasavvufî toplumsal bir kuruluştur. Zengin kişilerin yardımıyla kurulan vakıfların imarethanelerinde açlar doyurulmuş, yolcular yaptırılan hanlarda parasız yatırılmış, yedirilmiştir. İlk kuruluşta dokumacılık ve dericilik (debbağlık) geçerli iş olduğundan Ahi Evren ilk olarak debbağlık loncasını kurarak loncanın şeyhi olmuştur. Ahi Evren insanların Ahilik yoluna girerek dine ve tasavvufa bağlanıp çalışmakla iki dünya için de yararlı bir insan olmalarını öğütlemiştir. 676 / 1277 tarihinde düzenlenmiş Arapça vakfiyesi Vakıflar Genel Müdürlüğünde vardır. Vakfiyenin çevirisi de yaptırılmıştır. Elimizde başka eseri yoktur.

13. yüzyılda Anadolu’da din ve tasavvufun iyice yerleşmiş ve yayılmış olması edebiyat alanını da etkilemiştir. Şairlerin ve yazarların eserlerinde din ve tasavvuf konusu ağırlıktadır.

Mevlânâ bütün eserlerini Farsça olarak yazmıştır. Mevlânâ’nın Dîvân-ı Kebîr veya Şemsü’l-Hakayık adındaki Divanı’nında Türkçe ancak bir iki dize ve birkaç kelime vardır. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in Farsça Divan’ındaki tasavvuf konusunda yazılmış olan Türkçe gazelleriyle Farsça yazılmış İbtidâ-nâme mesnevisinde 76 Türkçe beyit, Rebab-nâme mesnevisinde 162 Türkçe beyit vardır. Mecdut Mansuroğlu tarafından Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1958). Bu Türkçe şiirler daha önce Veled Çelebi (İzbudak) tarafından Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled adıyla eski harflerle bastırılmıştı (İstanbul 1341). Sultan Veled’in Türkçe şiirlerinde dili kuru olup başarılı değildir. Kendisi de Farsça daha kolay şiir yazdığını söyler. Mevlevîlik tarikatını Sultan Veled kurmuş ve 28 yıl Mevlevî tarikatının şeyhliğini yapmıştır.

Ahmed Fakih Câmiü’n-nezâir’de bulunan “Çarh-nâme Der Bî-vefâî-i Rûzgâr” başlıklı tasavvufî şiiriyle ilk kez Fuat Köprülü tarafından tanıtılmıştır. Köprülü, Fakih’in 13. yüzyılda yaşamış olduğu görüşündedir. Mevlânâ’nın babası Bahâüddin Veled’in talebesi ve Mevlânâ’nın da hocası olan Ahmed Fakih ile Çarh-nâme yazarı Ahmed Fakih karıştırılmıştır. Mevlânâ’nın hocası Ahmed Fakih’in Konya’nın batısında türbesi vardır. Türbenin kapısı üzerindeki taşta ölüm tarihi h. 618 ve 628 okunabilmektedir. Çünkü taşın tarih kısmında hafif bir kırıklık vardır. Ben de Konya’da türbeyi ziyaret ettiğimde bu durumu gördüm.

British Museum Kütüphanesinde Ahmed Fakih’in Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerîfe adıyla Hicaz’a giderken ziyaret ettiği camileri anlattığı 339 beyitli bir eserini buldum. Önce Türk Dili dergisinde ve X. Türk Dili Kurultayı’nda eseri tanıttıktan sonra yayımladım (TDK yayını 1974). Bu eserin de Çarh-nâme’nin yazarı Ahmed Fakih’e ait olduğu kanaatindeyim.

-Bu duruma göre bir yazar hem din hem de tasavvuf konusunda eser verebilir mi?

Bir yazarın hem din hem tasavvuf konusunda eserler ve şiirler yazdığının örnekleri çoktur. Vezinleri aynı, dilleri birbirinden farksız, konuları tasavvuf ve din olan Çarh-nâme ile Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerife’nin ikisi de Ahmed Fakih’in eseridir. Fuat Köprülü’nün Çarh-nâme yazarı Ahmed Fakih’in 13. yüzyıl şairi olduğunu herhangi bir araştırma gereğini duymadan ben de kabul etmiştim. Osman Fikri Sertkaya’nın Ahmed Fakih’in dil özelliği dolayısıyla 14. yüzyılın ikinci yarısı ya da 15. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olabileceğini ve Çarh-nâme sahibi olan Ahmed Fakih’ten başka bir Ahmed Fakih olduğunu ileri sürmesi yetersiz bir dayanaktır. Bir eserin yalnız dili, yazıldığı zamanı göstermeye yetmez. 13. yüzyılda Dehhânî’nin, 14. yüzyılın başında Yunus Emre’nin (öl. 1320) dillerinin özelliğinden ve güzelliğinden dolayı 15. yüzyıl başında yaşadıklarını söyleyebilir miyiz? Ben Çarh-nâme ile Mesâcidi’ş-Şerîfe yazarı Ahmed Fakih’in en geç 14. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olacağını söyleyebilirim.

13. yüzyıl şairlerinden Dehhânî Horasan’dan gelerek Konya’da I. Alâüddin Keykubad (veya III. Alâüddin Keykubad) zamanında yaşamıştır. Dehhânî’nin Alâüddin Keykubad’a yazdığı bir kasideyle 6 gazeli vardır. Kasidesinde memleketine dönmesi için padişahtan izin istemektedir. Alâüddin Keykubad’ın emriyle yazdığı 20 bin beyitli Farsça Şehnâme kaybolmuştur. Dehhânî usta bir şairdir. Kasidesinde ve gazellerinde dilinin güzel ve akıcı olması Farsçayı çok iyi bilmesi yüzündendir. Anadolu’da divan şiirini ilk başlatan şair Dehhânî’dir.

Şeyyad Hamza’yı da ilk kez tanıtan ve 13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış olduğunu bildiren Fuat Köprülü’dür. Şeyyad Hamza gezgin bir şair olup aruz ve hece vezinleriyle din ve tasavvuf konusunda şiirler yazmıştır. Kızının Akşehir’de bulunan mezar taşından, Şeyyad Hamza’nın Akşehir’den veya yöresinden olduğu sanılmaktadır. Din dışı konuda iki gazel ile doğu Türkçesine yakın bir de gazel yazmıştır. Şeyyad Hamza’nın Yûsuf ve Zeliha mesnevisi Anadolu’da bu konuda yazılmış ilk eserdir. Yûsuf ve Zeliha’nın elde bulunan tek ve bozuk yazması Dehri Dilçin tarafından Türk Dil Kurumu yayını olarak bastırılmıştır (1946). 1529 beyit olan eldeki tek yazmada bulunan dil bozuklukları düzeltilemediğinden eserin dilinden yeterince yararlanılamamaktadır. Metin Akar tarafından yayımlanan bir kasidesinde veba salgınını anlatması, kasidenin sonunda tarihini de vermiş olmasından Şeyyad Hamza’nın 14. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı kesinleşmiştir. Metin Akar bu önemli bilgiyi V. Millî Türkoloji Kongresi’ndeki (1983) bildirisiyle duyurmuştur.

13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın başlarında yaşamış olan Yunus Emre (1240-1320) yalnız Eski Anadolu Türkçesi döneminin değil Anadolu’da gelişen Türk dili ve edebiyatının en büyük ilk şairidir. Yunus Emre, dehasıyla Oğuzcanın yaşadığı dönemde mükemmel edebî bir dil olduğunu şiirleriyle göstermiştir. 13. yüzyılda Anadolu’yu kaplamış olan tasavvuf düşüncesini en rahat bir söyleyişle şiirlerinde anlatmıştır. Yunus Emre’nin içtenlikle söylediği şiirleri sekiz yüzyıl boyunca canlılığını yitirmemiş, her devirde halkın en çok severek okuduğu tek şairimiz olmuştur. İlahi aşkın yüceliğini, Tanrı aşkının gerçek aşk olduğunu içten duymuş, gece ve gündüz (dün ü gün) hep bu heyecanın coşkusuyla yaşamıştır. Bazı yazarların hümanist (insanlık yanlısı) bir şair olduğunu vurguladıkları Yunus Emre insan sevgisinde ruhunun bütün inceliklerini doruğa çıkarmıştır. Tasavvuf ona yetmiş iki millete bir gözle bakılmasını öğretmiştir.

Yunus Emre’nin en çok okunan şiirleri hece vezniyle millî nazım birimimiz olan dörtlük biçiminde söylenmiş olanlardır. Bunlar yazma Yunus Emre divanlarında divan şairlerinin şiirleri gibi beyitler hâlinde yazılmıştır. Onun aruz vezniyle yazdığı şiirleriyle Risâletü’n-Nushiyye adındaki tasavvuf ve ahlak konulu mesnevisi de ustaca yazılmış şiirlerdir. Yunus Emre’nin dili arı bir Türkçe değildir. Arapça ve Farsça kelimelerin de kullanıldığı herkesin anlayabileceği sade bir Türkçedir. Yunus Emre’nin etkisiyle 14. yüzyılda şiirler yazan Said Emre ile tasavvuf konusunda manzum ve mensur eserler yazmış olan Kaygusuz Abdal tasavvufi halk edebiyatını başka bir deyişle tekke edebiyatını başlatmışlardır.

14. yüzyıldan 15. yüzyılın ortasında 1453 İstanbul’un alınmasına kadar süren Beylikler Döneminin Türk dilinin gelişmesine büyük katkısı olmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti Döneminde Anadolu’nun uç sınırlarına çoğu Türkmen aşireti olan beyler yerleştirilmişti. Selçuklu Devleti 1343’te Moğollara Kösedağ Savaşı’nda yenilmiş, 1346’da Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in de ölümüyle büsbütün zayıflayarak Moğolların egemenliği altına girmiştir. Selçukluların gücünü yitirmesini ve Moğolların bütün Anadolu’yu ele geçirmemiş olmasını fırsat bilen uç beylerinin özgürlüklerini elde etmesiyle büyüklü küçüklü yirmi kadar beylik ortaya çıkmıştı. Beyliklerin başında bulunan beylerin yeterli kültürleri bulunmadığından, Arapçayı ve Farsçayı da bilmediklerinden bilginleri, yazarları ve şairleri korumuşlar, kendilerinin ve halkın yararlanması için onlardan din, ahlak, tarih, tıp gibi konularda eserler yazmalarını, tanınmış Arapça ve Farsça eserlerinden de Türkçeye çeviriler yapmalarını istemişlerdir. Bundan dolayı yazarların ve şairlerin sayıları arttığı gibi telif ve tercüme pek çok eser yazılmıştır. Din ve tasavvuf konusunda yazılan eserlerden başka din dışı konularda da eserler, şiirler yazılmış, şairler divanlar düzenlemişlerdir. 14. yüzyılda yazılmış bütün eserlerde 13. yüzyılda olduğu gibi Arapça, Farsça kelimeler ve tamlamalar bulunmakla birlikte Türkçe kelimeler ağırlıkta olup dil çok sadedir.

Beyliklerde beyler birbirleriyle yarışırcasına bilginleri, yazarları, sanatçıları koruduklarından beyliklerin bazılarında daha çok eser ortaya konmuştur. Aydınoğulları bölgesinde Hacı Paşa adıyla ünlü Celâlüddin Hızır (1325-1425) tıpta Arapça olarak çok önemli eserler yazmıştır. Aydınoğlu Mehmed Bey adına 1381’de Arapça olarak yazdığı Şifâu’l-eskam ve devâu’l-âlâm adlı önemli eserinden dolayı Hacı Paşaya Anadolu’nun İbn-i Sînâ’sı denilmişti. Mehmed Bey adına Kısasu’l-Enbiya ile Tezkiretü’l-Evliyâ adında iki eser de Arapçadan çevrilmiş olup kimin çevirdiği bilinmemektedir. Mehmed Beyin oğlu İsa Beyin isteği üzerine Hacı Paşa, tıptaki bilgisini Teshîlü’ş-şîfâ adlı eseriyle özetleyerek onun yararlanmasını sağlamıştır. Kütüphanelerde kısaca Teshîl adıyla kayıtlı olan bu eser halk tarafından da çok okunmuştur. Fahrî adındaki şair İsa Beyin isteği üzerine Nizâmî’nin Farsça Hüsrev ü Şîrin mesnevîsini Türkçeye çevirmiştir (Barabara Flemming, 1974, Wiesbaden). Mehmed Beyin oğlu Aydınoğlu Umur Bey adına Kul Mes’ud aslı Sanskritçe olan ahlaki hayvan hikâyeleri Kelile ve Dimne’yi Farsçadan Türkçeye çevirmiştir.

Devamı »|

Önemli Türkologlar sayfasına dön! «|