- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Günlük Örnekleri

günlük, günceÖRNEK 1:

Hacivat’ın Günlüğü’nden

27 Şubat Dolmuşta yanıma yaşlı bir kadın oturdu. Arkasından otomobile atlayan adam:
– Manton yerlerde sürünüyor.

– Ben kendim sürünüyorum, mantom sürünmesin mi? Ağzı kalabalık bir kadındı. Araba kazası geçirdiğini,
ayaklarının bu yüzden sakat kaldığını çakçaka ile anlattı. Ben, Dil Kurumu durağına gelince dolmuştan nasıl çıkacağımı düşünüyordum. Kadın inmezse benim çıkmam çok zor olacaktı. Bir gün önce de ayağı sakat bir adam vardı dolmuşta. Tam kadının oturduğu yerde. Ben de ikinci sırada aynı yerdeydim. İnmek için iyiden iyi cambazlık yapmak zorunda kalmıştım.

Kızılay’a geldiğimiz vakit dolmuş şoförü kadına nereye gideceğini sordu.
Çankaya’ya.
Ver paranı
Benden para alma, yoksulum ben.
Buraya kadar geldin (Büyük postanenin önünden binmişti), artık in de yeri boşuna kapatma.
Bari elli kuruş vereyim, yok param.

Ben bir an kadının inmesiyle, Dil Kurumu durağında benim de sıkıntı çekmeyeceğimi düşündüm ve şoförün, kadını indirmek istemesini çok yerinde buldum. (Evet, evet sevindim)

Nedir, o anda Hans Fallada’nın Küçük Adam Ne Oldu Sana’sındaki Karla’nın sözleri geçti kafamdan: Ama ben onları hırpalamak istemiyordum. Onlardan hoşlanmak, onları sevmek istiyorum. Bir canavar olmak istemiyorum.”

Bu kez, biraz önceki canavarlığımı kendime bağışlatmak için çıkardım, kadının dolmuş parasını verdim. Benim bu davranışım, en arkada oturan bir başka kadını da coşturdu. O da yaşlı kadına bir iki buçukluk tosladı.

Bununla dönüş parası yaparsın.

Ey gelecekteki okur, bu sözlerimde bir sahtecilik sezdinse memnun olurum. Evet, var burada bir sahtecilik. Çünkü arka sıradaki kadın, kesesine benden sonra mı, benden önce mi davrandı, kesin olarak bilmediğim halde önceliği kendime mal ettim. Ama bu, iyilikseverliğin, budalalık gibi bulaşıcı olduğunu söylememe engel olmaz sanırım.



ÖRNEK 2:

Günlüklerin Işığında Tanpmar’la Başbaşa’dan

Şiirler biraz toplandı. Fakat eksikleri var. Hiçbir şey tembelliğimizi veya Kutsi’nin dedikleri doğruysa ki İlhan bu meselede başka yoldan aynı düşünür, mazeretlerimizi bu birkaç manzume kadar iyi gösteremez. Bazıları hemen hemen kötü bir lisan egzersizi, bir kısmı zayıf, yer yer müzikalite ve şimşeklenmeler. Hakikatte hepsinde maddeyi o derinden kavrayış, onu değiştirip başka bir şey, hakiki şiirin malı yapmak eksik. Ayrıca estetiğime, şiir hakkında düşüncelerime de pek uymuyorlar. Sanki asıl ben ortada yokum da bir başkası, ben uyurken bu şiirleri yazmış gibi.

Korkunç bir çoraklık, verimsizlik, bir çeşit ve hakikaten cesaret kırıcı, hatta ümitsizlikten mütevellit bir durgunluk bütün eserlerimi felç ediyor.

Evvela büyük bir kısırlık. Sonra da hiçbir şeyi duymamış ve ciddiye almamış olmak. Küçük oyunlarda kalmak, kendinden evvelkilerle gerektiği gibi hesaplaşmamak. Valery’nin bitirdiği yerden başlamalıydım. Bu da merhum ustamızı iyi okumamızı isterdi. Vakıa iki üç kişi daha vardı: Mallerme, Nerval. Bu sonuncusu başlangıcımda Baudelaire’le beraber bana çok tesir ettiler. Şiirleri toplayınca eksiklikleri görüldü. “Ne İçindeyim Zamanın” gibi birkaçı şüphesiz fena değil. Beni onlar kabul ettirdi. “Bursa’da Zaman”, bütün gevşekliğine rağmen kendini müdafaa eder. Zaten ona ilişemem.
Fakat “Ömrün Çemberi”, “Raks”, hatta “Eşik”, bilhassa “Eşik” kötü. “Bir Gül Bu Karanlıklarda” çok kötü. Bunlar değişecek.

Fakat kitabı kurtarmak istersem, “Deniz”, (“Yalıda Akşam”, “Ağaç” ve bir iki manzume) şiiriyle yeni başladığım veya benzerini bitirmek mümkünse “Eşik”i yeniden yazmak lazım. “Eşik”i eksik olarak yeniden yazmak, kitaba büyük kıymet verebilir.

Vaery’nin akademi nutkunu okudum, çok güzeldi.

Saat beş buçuk, ben davetliyim, gitmem lazım. Fakat her şeyi birden isteyen istikametsiz bir iştiha içinde yerimden kımıldayamıyorum.
“Un mot est un gouffre şans fond”686. Existence des symbols… (Kelime, dipsiz bir kuyudur. Sembollerin varlığı…)

 

DİĞER ÖRNEKLER:

FERİT EDGÜ’DEN

Degerndorf, aralık, 58 … Duygusuz. Yola çıktığımdan beri duygusuz, her şeyin önünde ve her yerde. Her şey yabancı; her şey ilgimin dışında. Az önce balkona çıkıp ap ak çevreye bakarken yeniden anladım bunu. Kar burada her şeyi örttü. Olduğum yerden hiçbir şey görünmüyor; ne bir ağaç, ne bir ev, hiçbir şey. Her yer ap-ak. Gözyorucu bir aklık (boşluk?). (…) Yazmayı denemiyorum bile. Bu boşlukta yazmak? Niçin? Kimin için? Nasıl? Ordan oraya bocalıyordum. Şimdi biraz duruldum. Yazmak diye bir sorunum yok. Giderek belki okumak diye bile. Yanımda getirdiğim kitapların hemen hiçbirine el sürmüyorum. Bir çukur oluşuyor çevremde, bu çukura gün geçtikçe daha bir gömüldüğümü duyuyorum. … Acı çekme isteği. Kendini yeniden bulma. (Bir Günlüğün Günlüğü-kitaplaşmamıştır)

TURGUT UYAR’DAN

30.01.1956 Az konuşur olmayı, suskun olmayı erdem saymıyorum artık. Kendini kaçırmak, kendini gizlemek gibi geliyor bana. 27.02.1956 İzinliyim. Boşum. İlgisiz dolaşıyorum sokaklarda. Bu boşluk, bu kayıtsızlık ürküntü veriyor bana. Doğaya uygun, yapmacıksız bir yaşama özlüyorum. Kurtuluşumuz şiirden falan gelmeyecek, yaşamamızdan gelecek gelecekse. 3.1.1956 Nigâr Hanım’ın şiirlerini okudum. Elbette ilkel şiirler birçoğu. Ama birden düşünüyorum. “Gücenme, aslı harâbım senin firâkında” dizesi, bir bakıma, bir şiir geleneğinin yenilenmesi döneminde, yeni bir duygu, yeni bir söyleyiş sayılamaz mı? Geçmiş ozanları, duygularının, söyleyişlerinin cılızlığı yüzünden küçümsemek doğru mu? Duygular yeni, biçimler, duyarlanma yeni. Bugün bu şiirleri, dolayısıyla bu duyguları, ancak eski şiirler öyle yazıldığı için daha iyi anlıyoruz. Öyleyse, iyi kötü bütün geçmiş ozanlara selam. (Günlük-kitaplaşmamıştır)

ALİ CANİP YÖNTEM’DEN

Cuma, 5 Mart 1920 Bugün öğleye kadar evde uyudum. Sonra sokağa çıktım. Arkadaşlardan diş tabibi Şevki Bey’le Cafer, Ömer’i ziyarete gelmişlerdi. Fakülteye götürdüğümüzü söyledim. Oraya gittiler. Cumartesi, 6 Mart 1920 Öğle üzeri fakülteye gittim. Doğru Ömer’in odasına girdim. Bitap yatıyordu. Elini elime aldım. Ter içindeydi. Burnunun delikleri kararmış gibiydi. Nefesi de intizamsızdı. Hizmetçi kadınlara sordum. Gece çok sayıklamış, “Burası hastane değil, tımarhane… Ben Canip’e gideceğim!” demiş. Dalgındı, “Ömer! Ömer!” diye seslendim. Gayet fersiz gözlerle bana baktı: “Tanıdın mı?” dedim. Kendine mahsus çabuk ifadeyle kafasını sallayarak “Canip!” dedi, yine daldı. Kâğıdına baktım: hararet “39,2” şeker litrede 28. Bir müddet bekledim. Sonra tekrar seslendim: “Ömer, konsültasyon günü yarınmış, erkenden gelirim. Artık gideyim mi?” Kafasını salladı “Git, git!” dedi. Yeis içinde ayrıldım. Fakat hâlâ ümit ile doluydum. Çünkü Ömer ve ölüm birbirine tamamıyla yabancı iki şeydi. Eve gelirken deniz kenarında hizmetçime rasgeldim. Bana doğru koşuyordu. “Ne var?” dedim. “Sizi Tıbbiye’den istiyorlarmış. Rıdvan Beyler’de bekliyorlar” cevabını verdi. Soluk soluğa komşumuza gittim. Ortada bir fevkalâdelik vardı. Nihayet anlaşıldı: Ömer ölmüş!… (Ömer’in Ölüm Hastalığına Dair Notlarım-Ömer Seyfettin, 1947)

ŞAİR NİGAR HANIM’DAN

31.10.1917 İleride, bu satırlar bir kimsenin gözüne değerse, defterin güzelliğine şaşılmasın! Onu, bugün, Mahmutpaşa’da satın aldım, ama, az kaldı canım pahasına. Aman Yarabbi! İstanbul’umuza böyle ne oldu? Kalabalıktan tramvaylara girmek kabil değil ki! Toptan gülle çıkar gibi zorla bir vagona attım. Bu, tramvaya girmek değil, ezilmek, üst baş parçalamak… Ne oldu halkımıza Yarabbi? Bu her yeri dolduran kifayetsiz, kaba, kötü dilli insan kalabalığı nereden geldi? Evde yalnızlığıma, sokakta bu kalabalığa dayanamıyorum, ağlayacak hale geliyorum. İşte böyle, avunmak için, avare bir kuş gibi çırpınıyorum. Şu defterle de dertleşmesem çıldıracağım. 8.2.1918 Dün Naciye Sultan’a telefon edip “Pek göreceğim geldiyse de vasıta bulunmadığı için mehcur kaldığımı” söylemiştim. Lütfen araba gönderdi. Havanın şiddetine rağmen pek rahat gittim. Beşe kadar birlikte vakit geçirdik, çay içtik. Sultan Efendi pek ziyade iltifat etti, -Bu harb ne zaman bitecek? diye benden sordu. Halimiz ne olacak Yarabbi? Acıklı insanlık daha ne zamana kadar böyle inleyecek? (Hayatımın Hikâyesi)

CAHİT ZARİFOĞLU’NDAN

ANKARA 1978 28 KASIM Üstad Necip Fazıl’ı Mola otelinde ziyaret ettik. Büyük Doğu’yu son beş sayı çıkarıp kapayışından sonra, arkadaşlar Akif, Erdem, Rasim onunla ilk kez karşılaşıyorlar. Alaeddin ve Mehmet de var. Üstad: -Büyük Doğu son çıkışında en parlak dönemini yaşadı. Kapanmasında çeşitli nedenler oldu. Ama en büyük amil siz oldunuz, dedi. Otelin ilk katında, lobideyiz. Üstad sakin, yumuşak ve yalnız. Saat 18’de beni Akabeden aradığında, -Arkadaşlara da haber ver, gelsinler, son bir görüşme yapalım, dedi. Erdemle Rasim’i görebileceğimi söyledim. Bu telefondan az önce, bu ikisine Üstad’ın önceki gelişinde yine kendilerini istediğini; ancak kendilerine haber veremediğimi anlatıyordum. Telefon tam o anda geldi. Büroya çıktık. Yine Üstad’ın telefonu. Bu kez Akif’le Hasan’ı da haberdar etmemi istedi. Lobi tenha. Üstad: -Bana giran geldiniz, diyor. Geçen olayları kısaca özetliyor. Rapor 4’te yazdıklarını ılımlı bir dille tekrar ediyor bir bakıma. (…) Üstad’ın söylediklerini, aradan 24 saat bile geçmediği halde hemen hemen hiç hatırlamıyorum. Tek tek cümleler aklıma geliyor. Mesela, -Yalnızım, dedi. Ondan böyle bir şeyi ilk defa duydum. Korkuyor insan. (…) (Yaşamak)

OKTAY AKBAL’DAN

28 Aralık Çarşamba Ocak’ın 29’unda tam on yıl olacak. Ziya Osman Saba’yı karlı bir havada Eyüp’te toprağa vermiştik. Yıllar çabuk mu geçiyor belirli bir yaştan sonra? Çocuklukta günler, haftalar bitmezdi bir türlü. Ama yolun yarısına gelmeyegör, her şey kopuk bir film gibi akıveriyor… Ziya Osman’ı son görüşümde ince bir dosya çıkarmıştı çekmeceden. “Nefes Almak” yazıyordu üzerinde. Yeni kitabıydı. “Ölümümden sonra çıkacak,” demişti. “Haydi haydi,” demiştim, “Okurları o kadar bekletmeye hakkın var mı?” Gülümsemişti. Birkaç hafta sonrasını mı düşünerek. Ben düşünememiştim o günden ötesini. Canlı bir insanın, hele bir dostun, bir sevilenin yok olabileceğini düşleyemiyoruz. On yıl geçip gitmiş bile. Şiirlerini karıştırıyorum. Bilmeyen, Ziya Osman’ı yaşamı süresince ölümü özleyerek bekleyen biri sanır. Hep ölüm, hep ölüm düşünceleri. O ölümü değil, dünyada bulunamayacak bir çeşit “yaşam”ı özlüyordu. (Anılarda Görmek)

HİLMİ YAVUZ’DAN

Sabah, 24 Mayıs Bu kaldırımüstü açık hava kahvesini seviyorum. Sabahları güneş almıyor ve rüzgâr duyumsanabiliyor. İlkyaz sabahları bu kentte, bir ağaç hışırtısıyla, işte buradayım, bu kahvede çayımı içmeye hazırlanıyorken, birden, bir kokuyla, belirsiz, geliveriyor. Kağşamış gövdemi üşütmemeye çalışarak ve onunla, o yaşlı, atık gövdeyle, genç ilkyaz arasındaki karşıtlığı bilincimde kavrayarak; bilincimin, işte bir ince dilim limon koyup, gövdeyle ilkyazın bileşimi olduğunu düşünerek, içiyorum çayımı. Eskiden, çok eskiden bir öykü yazmıştım. Malte gibi söyleyeyim: Ah, öyküler yazardım ben, genç kızların mavi kurdelelerinden söz açan, düz pabuçlu ve ince beyaz pardösüleri olan ve yağmurlardan; o öykülerden birinde, akşamları sokağa çıktığımda yüzüme menekşelerin atıldığını yazmıştım; -ve ‘ah, cumartesiler başkadır, sokaklar başkadır’ diye yazmıştım. Şimdi burada, bu zarif kaldırımüstü kahvesinde, İstanbul’da, ondan asla kopamadığım için beni izlemeyen bu kentte, (şimdi neler çağrıştırıyor, bu kent, ‘polis seni izliyor’lardan, polis izliyor’a) bu cumartesi sabahı, limonlu çayımı bitirmek üzereyken ve nedense bir çay daha isteyerek, gündelik yaşamımı inceltiyorum sanki. (…) (Geçmiş Yaz Defterleri)

CEMİL MERİÇ’TEN

26.2.1963 Ağaç her gün meyve vermez. Konuşmayan ağaçlar da vardır. Ne dallarında çiçekler gülümser baharları, ne çiçeklerinde arılar dolaşır. Konuşmayan ağaçlar da var… Zindanda söylenen şarkıyı kim dinler? Zindanda söylenen şarkı ölüm kokar, zincir kokar, küf kokar. Ölüm açacak kapısını bir sabah o zindanın, ardına kadar. Kuşlar gibi geçiyor günler önünden, cıvıldamıyorlar. Günler tren, günler mavi ufuklarda eriyen birer ümit. Kanatlarından yakalayamıyorsun kuşları. Tren sessiz gidiyor rüya ülkelerine. (Jurnal – Cilt 1)

26 Aralık 1975 Öykü kitabım çıkmış. Cağaloğlu’na inip alacağım birkaç tane. Hava yağmurlu, pis. Köprünün tam ortasındayken yaygın, büyük bir kızıllık aldı gözümü. Şoför de şaşırdı. Birilerine sorduk, Gürün Han’da yangın çıkmış. Öteki hanlara da sıçramış. Halk öyle alışık ki böyle olaylara, kılı bile kıpırdamıyor. Sıkışan trafiği yarıp güvercinlere yem atanlar var, kimse başını çevirip yangına bakmıyor. Oysa gök ürkütücü, kara dumanlarla kaplı. İlk kitabımı basacak biri çıktığında bayağı sevinmiştim. Çünkü büyük çoğunluğun çarçabuk benimseyeceği bir iş yaptığımı sanmıyorum, bunu anlamam epey vakit aldı; ama artık kimlere seslendiğimi biliyorum. Bana dar, küçük gelen hiçbir şeyi kullanamayacağımı da. Üç-beş kitap alıp eve döndüm. Kapağı elledim, sevdim. Bütün nesneleri, varlıkları ancak dokunarak tanıyabiliyorum. Bir kadının saçlarının parlaklığını, inceliğini, bir erkeğin omuzlarını ancak değince anlayabiliyorum. Kitabım da artık benim sayılamayacağına göre, onu da dokunarak kavramaya çalıştım. (Gündökümü)

NURULLAH ATAÇ’TAN

17 Nisan Cuma, 1953 Baktım çocuklar uçurtma uçuruyor. Her yıl, ilkyaz aylarında, uçurtmayı gördüm mü, bir üzünç duyarım içimde, ağlamaklı olurum. Ben uçurtma uçurmadım ki! Çocukluğumda pek isterdim, o renk renk kâğıtlardan yapılmış uçurtmaların havalanmasına içimi çekerek bakardım. Annem bırakmazdı beni uçurtma uçurmama. Günah mıymış neymiş, öyle bir şey uydurmuştu. (…) Çocukluğum olmadı benim. Çocukluğu olmayanın gençliği de olmaz. Bir şey söyleyeyim mi ben size? İhtiyarlığı da olmuyor böylesinin. Hani güzel bir ihtiyarlık vardır, insan çocukluğunda yaptıklarını, gençliğinde yaptıklarını hatırlar, anlatır da gözlerinin içi parlar, ben kendimde değil, başkalarında gördüm onu. Çocukluğu, gençliği olmamış kişinin yaşlılığında da bir tatsızlık var, yalnız ölümü düşünüyor, ölümden korkuyor, işte o kadar. (Günce: 1)

NECİP FAZIL’DAN

Cuma, 9 Ocak Bugün hava yağmurlu ve puslu… Saat 2’ye 5 var… Bu âna kadar defterimi açamadım. Halim bir tuhaf… Bugün anladım ki, beni delikten çağırdıkları, meydancı gelip “Bir isteğin var mı?” diye sorduğu, berberin tıraşa geldiği, hasılı insanlarla temas ettiğim an, üstüme acayip bir uyuşukluk, sinsi bir donukluk, anlatılmaz bir garipseme hissi çöküyor. Hayret! Bir aylık yalnızlığın tesirine bakın! Hayırdır inşallah; nereye gidiyorum? Perşembe, 15 Ocak Şiir kitabımı bitirdim; ve güya rahat bir nefes aldım. Hava suratlı… Saat üç buçuk… Gaz sobam trampet çalıyor. Yevmiyemin 40’ıncı gününe rastlayacak olan 20 Ocak Salı gününün iple çekiyorum. Cuma, 16 Ocak Allah… Başka tek kelime söyleyemeyecek haldeyim. (Kırk Günlük Hapishane Yevmiyesi-Cinnet Mustatili)

“Günlük / Günce” sayfasına dön! «|