- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Dil Devriminin Nedenleri

dil devriminin nedenleriDünya dilleri sınıflandırmasında eklemeli diller (iltisaklı diller, aggualinative languages) grubunda yer alan Türkçe, kurallarının sağlamlığı ve eklerinin çeşitliliği ile, sistem yapısı bakımından her türlü türetmeye ve gelişmeye elverişli bir dildir. M.S. VI. yüzyıldan başlayarak belgeleri günümüze kadar uzanan Göktürk Yazıtları, Uygurca metinler, Kutadgu Bilig, Divanu Lûgati’t-Türk, Yunus Emre’nin şiirleri, Dede Korkut hikâyeleri vb. yüzlerce eserin dil yapısı bu durumu kanıtlayıcı niteliktedir. Ancak, hepimizin genel çizgileri ile bildiği üzere, XIII. yüzyıldan başlayarak Anadolu ve çevresinde, öteki Türk lehçelerinden ayrı bir yazı dili olarak kurulup gelişmiş olan Türkiye Türkçesi, XV. Yüzyıl ortalarından XX. yüzyıla kadar uzanan tarihî dönemlerinde, teokratik devlet yapısının gerekli kıldığı siyasî, sosyal ve kültürel şartlara bağlı olarak hayli yıpranmıştır.

Dilimiz, o günün din, bilim ve edebiyat dilleri durumundaki Arapça ve Farsçanın güçlü etkisi ve ağır baskısı altına girmiş olduğundan, bu durum ister istemez onun iç yapısını da etkilemiş; dolayısıyla söz varlığından başlayarak gittikçe yeni türetmelerle kendi kendini geliştirip zenginleşme gücünü yitirir olmuştur. Zamanla halkın dilinden de kopmuş olan Türkçe, edebiyatçılar ve aydınlar elinde artık “sanat gösterme” adına türlü kelime oyunlarına boğulmuş ve yalnızca sınırlı bir aydınlar topluluğunun anlayabileceği, üç dilin karışmasından oluşmuş melez bir yapma dil durumuna gelmiştir. O denli ki, insanın kendi dilinin yazılarını okuyup anlayabilmesi, yüksek düzeyde özel bir eğitimi gerekli kılmıştır. Üstelik dilin adı bile Türkçe değildir. Toplumun karma yapısına uygun düşen lisan-ı Osmanî veya Osmanlıcadır (Osmanlı Türkçesi). Nitekim XIII. yüzyıl halk şairlerinden Yunus Emre, duygularını açık seçik bir anlatımla ve:



Taştın yine deli gönül sular gibi çağlar mısın?/Aktın yine kanlı yaşım yolarımı bağlar mısın?
N’idem elim irmez yâre, bulunmaz derdime çare/Oldum ilimden âvare beni bunda eğler misin mısraları ile dile getirirken, XVII. yüzyılın divan şairi Nef’i, en sade dille yazılmış gazellerinde bile, kendi şiirinin başkalarınınkinden üstün olduğunu anlatmak için:

Girdi miftâh-ı derd-i genc-i maânî elime/Âleme bezl-i güher eylesem itlâf değil.
Levh-i mahfûz-i sühandır dil-i pâk-i Nef’î/Tab’-ı yâran gibi dükkânçe-i sahhâf değil (şiir hazinesinin kapısının anahtarı elime geçti; âleme bol bol cevher dağıtsam bunlara ziyan olmuş gözüyle bakılamaz, Nef’î’nin temiz gönlü şiirin levh-i mahfuzudur; dostlarınki gibi eski kitapçı dükkânı değil!) biçiminde ağır bir dil kullanmıştır.

Öte yandan Tanzimat ile Cumhuriyet arası kısa dönemde kendini gösteren dilde sadeleşme hareketleri de bir plân ve programa bağlanmış değildi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin bir millî dil anlayışı ve bir dil politikası yoktu. Bu konuda yapılanlar, yalnız edebî görüş ve tutumların ortaya çıkardığı görüntüler idi. Ama bu görüntü ve sonuçlar da 1839-1908 arası yıllarda, genellikle eski klâsik yazı diline bağlı fesahatçılar ile dili bütün yabancı sözlerden arındırma amacı güden tasfiyeciler arasındaki birbiriyle zıtlaşan tartışmalardan öteye geçemiyordu. İstiklâl Marşı’mızın ünlü şairi Mehmet Âkif, bir yanda “Osmanlıca” öte yanda “tasfiyecilik” yolundaki bu yanlış gidişi çok güzel dile getirmiştir. O, bir yanda hâlâ Veysî ve Nergisî’lerin dillerini canlandırmak isteyenlerin, bir yandan da Maveraünnehir’den Osmanlılar için hiç dokunulmamış yaratıldığı gibi kalmış bir dil getirmek isteyenlerin bulunduğuna işaret ediyordu. Evet, dilin sadeleştirilmesi ve Türkçeleştirilmesi farzdı. Gazetelerde zabıta vak’aları öyle ağır bir dille yazılıyordu ki, halk bunları bir dua gibi dinliyordu. Akif, “Mehmet Bey’in hânesine leylen fürce-yâb-ı duhûl olan sârık, sekiz adet kaliçe-i giran-bahâ sirkat etmiştir” deyip de “Mehmet Bey’in bu gece evine hırsız girmiş, sekiz değerli halı çalmış” dememek âdeta maskaralıktır. Elbette halkın anlayabileceği bir dile baş-vurulmalı idi. Ancak, bir icmâl-i siyasî de (siyasî özet) Çağatayca yazılmamalı idi. Çünkü bunu da kimse anlamayacaktı” diye yakınıyordu.

Gerçi 1908’den sonra başlayan Millî Edebiyat akımı ve 1911’den sonra kendini gösteren Yeni Lisan hareketiyle, dilimiz, Arapça ve Farsça kuralların baskısını kıran daha düzenli bir sadeleşme yoluna girmiştir. Ancak, daha yapılacak çok şey vardı. Üstelik, Türkçeye Tanzimat’tan beri girmeye başlamış olan Batı kaynaklı ve özellikle Fransızca sözlerin durumu da tedirginlik veriyordu.

Yukarıda belirtilen tarihî tablo ve olumsuz gelişmeler dışında, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde, dil konusuna özel olarak eğilmeyi gerektiren daha başka etkenler de vardır. Dil ile toplum, dil ile kültür arasındaki sıkı bağlantı ve dilin bir toplum varlığı içindeki anlamı, onun ulusal devlet anlayışına uygun ölçüler ile ele alınmasını ve bilimsel temelde bir programa bağlanarak yönlendirilmesini gerekli kılıyordu. Mustafa Kemal Atatürk, ulusal bilinci ayakta tutan, toplumun bireylerini duygu ve düşüncede birbirine kenetleyen aracın dil olduğunu ve geçmişte Türkçenin ne denli ihmale uğradığını çok iyi bilen bir devlet adamı, bir düşünür olarak bu gerçeği daha Türk Dil Kurumu’nun kuruluşundan önce, 1930 yılında, Sadri Maksudi Arsal’ın Türk Dili İçin adlı kitabının başında şu veciz anlatımla dile getirmiştir: “Millî his (toplum bilinci) ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında (gelişmesinde) başlıca müesserdir (etkendir). Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla (bilinçli olarak) işlensin!”

“Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Dilin kültürle olan bağlantısı da çok önemliydi. Çünkü sosyal yapıyı şekillendiren bütün değerler dil varlığına aktarıldığı için, bir milletin bütün kültür değerleri dilde yaşamakta idi. Bu değerler bir kuşaktan ötekine ancak dil yolu ile aktarılabiliyordu. Dil yalnızca bir konuşma aracı değil, aynı zamanda düşünceyi anlatıma dönüştürme aracı olduğu için, kültürün yaratıcısı ve geliştiricisi görevini de yüklenmiş bulunuyordu. Dolayısıyla dil, millî kültürün temel direği durumunda idi. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.”, “Millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” sözleriyle kültüre büyük değer veren Mustafa Kemal Atatürk, dilin bir ulus varlığı için ne denli kutsal bir değer taşıdığını dikkate alarak dil ile kültür arasındaki sıkı bağlantıyı da şu açık seçik sözlerle dile getirmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hâtıralarının, menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.

|» Dil Devrimi Sayfasına Dön! «|

ÇokBilgi.Com