- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Deneme Örnekleri

denemeÖRNEK 1:

Anadolu Ezgisinden

“Anadolu’ya Armağanımız Yaylalar
Sen yağmur ol ben bulut Yaylada buluşalım.

Anadolu, senin üzerindeki buluşumuzdu yaylaların. Bizim güzellik duygumuzun buluşu olarak sana yayaları biz armağan ettik. Bizden önce bazı dinlerin tapmaklarının kurulduğu tepelerinden söz edilir. Orada kâhinler gelecekle ilgili bilgiler vermeye çalışırdı. Bu ümit ve korku tacirlerinin dağlarda aradıkları yalnızca gelecekle ilgili bazı sırları anlamaktı. Yükseklik yalnız onların ruhundaki geleceği bilerek insanlara pazarlama isteğini kabartıyordu. Korkularını gidermek, dertlerine bir çözüm yolu bulmak ve gelecekle ilgili bilgi almak dışında dorukları sevdikleri için dağlara çıkan başka bir toplum yaşamadı senin bağrında.

Oysa biz, çok eskiden beri atalarımızın ruhlarının Tanrı‘ya daha yakın olmasını isteriz. Yüksek dağ yamaçlarını gördüğümüz zaman, bu yükseklik ve heybet karşısında şapkamızı çıkarırdık. Çünkü gökyüzünün gizemli derinliği bu tepelerin üzerindeydi ve buna insanoğlu ancak şapka çıkarabilirdi. Ama biz, galiba bütün başı dumanlı dağlarımızı “Sonsuzluğa kalkacak gökyüzünde demirli bir gemi gibi” gördük. Bir tek özlemimiz vardır: Sonsuzluğun kapısını tutmak ve yükselmek… Çünkü bir yerlerden kopup düşüşümüzün izleri ta iliklerimize kadar işlemişti. Yaylalar sonsuzluğa açılan yolun kapılarıydı.



Kır çiçeklerinin bin bir çeşit kokusunu, çimenlerin taze ve yeşilin değişik tonlarında yamaçlara yayılmış güzelliklerini hep yüksek yerlerde bulduk ve ona yayla adını verdik. Dağlar bize insan ayağı basmamış diri güzelliklerini sundu ve biz diri güzelliklerin özlemiyle yanıyorduk. Yaylalar bizi serinletti. Otun en tazesiyle beslenen kekik kokulu hayvanlarımızın sütünü içtik. Doğrusu dağlar bizim dostumuz, yaylalar otağımızdı. Bu yaylaların bin bir çeşit güzelliklerini taşıyan dağlar bizim dostumuzdur. Yeri gelir ona kızarız. Yeri gelir ona sırtımızı dayarız.

Yaylalar bizim bu topraklarda kalışımızın gizlerini taşır. Çünkü Anadolu topraklarının denizden gelen buğulara karşı direnci yoktur. Fakat o buğular bir tek yaylalara çıkamaz. Çünkü dağların başı dumanlıdır. Çünkü dağlar bizim dağımız, dert ortağımızdır.

İç Anadolu’nun kavurucu sıcaklarında yaylalarımızdaki yatırlarımız, bizi bir sedir ağacının gölgesinden çağırdı. Ve biz gittik, üzerine geceleri nur indiğine inandığımız bu dağ yamaçlarında, sıcağın yok edici etkisinden korunduk. Bu dingin ve siyahi lacivert gökyüzünde sonsuzluğun öteki yüzünü gördük. Bu öteki yüzü evrenin gizli bestesini söyledi bize. Bizim yaylalara çıkışımızda sonsuzluğu izlemenin ruhumuzda doğurduğu doyumsuz zevk yatar. Tanrı’yı ve Tanrı’nın birliğini, yıldızları avucumuzda gibi bulduğumuz yayla gecelerinde anladık. Bu ne zamandı bilmiyoruz. Çünkü bizim varoluşumuz kadar eski bir olaydı.

Yaylalarda, bataklıklarla iç içe olan bölgelerde yazın oluşan sivrisineklerin yaydığı sıtma mikrobuna karşı doğal bir korunma oluşturduk. Çünkü sert yayla rüzgârları sivrisineklerin düşmanıydı. Serin yayla geceleri sivrisinekleri yaşatmazdı. Bunu Anadolu’ya biz öğrettik. Bizden önceki toplumları yüz yıl içinde yok eden bu salgını nasıl dize getireceğimizi gösterdik. Terin oluşturduğu sıcağın, rutubetin insan kemiklerini bile çürüttüğü boğucu yaz sıcaklarının etkisine karşı durmanın yollarını bu dağ yamaçlarındaki yaylalarla bulduk.

Bizden önceki toplumların tanrılara bıraktıkları yüce dağ başında bulutlarla, sert ve yakıcı rüzgârlarla arkadaş olmanın zevkini, tanrı taslaklarının elinden alarak insanların emrine verdik. Kazdağları’nda, Bozdoğan yaylasında, Sorkun’da, bin bir çiçeğe yaylalar gibi ad verdik. Yalnız yıldızların aydınlattığı gece yanlarında Samanyolu üzerinde insanların yürüyebileceğini biliyorduk, Anadolu yaylalarında bunu bir kere daha yaşadık.

Külek Boğazının en güzel bölgesine kurduk yaylalarımızı. Yazları Adana cehenneminden, İskenderun cehenneminden Tekir ve Belen yaylalarına çekildik. Anadolu’da nerede bir yayla varsa adı Türkçe’dir. Çiçeği Türkçe’dir. Suyu Türkçe, pınarı Türkçe’dir.

Yayla içimizde depreşir bir özlemdir. Bir tutkudur ve onu içimizden söküp atamayız. Çünkü o bizimle var ve var olmaya devam edecek. Bütün basın ve yayın kurumlarının hep birlikte bizi deniz kıyılarına çekme çabalarına karşı, insanımızın gittikçe artan bir istekle yaylalara çıkması işte bundandır. Yaylalar Anadolu’da oluşturacağımız bizim, bize özgü toplum düzeninin nirengi noktalarından biridir. O yeniden bizi buldu. Biz de ona yeniden kavuştuk.

Anadolu’da yaylalarını yeniçağda yeniden yaşamalıyız. Her ilde bir yaylamız vardı; Şimdi de olacak. Her yayla zamanı gelişinde yerimizden kalkalım ve yaylalara taşınalım. Bu yılda iki kere yapılan değişim, bizim dinamizmimizin kaynağıdır. Yerimizden kalkalım, ciğerlerimizi oksijen ve kekik kokusu kaplı yayla havasıyla dolduralım. Hücrelerine kadar bütün bedenimizi temizleyelim. Daha renkli, daha değişik, daha temiz. Her şeyimizi iki ayrı dünyaya ayıralım. Yaz sıcaklarında yaylalar, kış soğuklarında kentler. Belki yaşadığımız hayatın monotonluğuna böyle direnebiliriz. Yaylalarımız bizim sayfiyelerimiz olsun, sağlık merkezlerimiz olsun, kendimizi yenilediğimiz, dinçleştiğimiz yörelerimiz olsun.

Bugün 21. yüzyıla giren toplumumuza omuz veren aydınlarımızın bunu görmeleri gerekir. Dünyada tahrip edilen ve yok edilen doğaya karşı durabilmenin ipuçları yaylalarımızdır. Kirlerin, kimyasal atıkların ovalara, vadilere su yataklarına akarak düzlükleri kapladığı dünyamızda, bizi pisliklerden koyacak yaylalarımızdır. Onları aydınlar olarak yeniden keşfetmeliyiz. Yaylarımız bizim güvenliğimizdir. Çünkü onlar düzlükleri tutar. Yayları tutanlar düzlükleri de tutar. Yaylalar bizim sağlığımızdır. Çünkü güneşin, rutubetin, çevre kirliliğinin oluşturduğu sağlık problemlerinden kurtarır. Yaylalar bizim güzelliğimizde. Çünkü el değmemiş güzelliklerin yeşerdiği, canlandığı ve estiği bölgelerdir. Yaylalarda yeni güzellikler bulmak için de Anadolu’nun yakın geçmişine yönelmeliyiz. Çünkü yayla çiçeği kokuşlu sevgililerin, elif elif koktukları güzelliklerin oluştuğu gözelerdir yaylalarımız.

Her birimizin yüreğinde bir gurbet duygusu oluşursa, onda varoluşumuzun anısı yaşıyor demektir. Ve o insanoğlunun gönlünü ve beynini kemiren, gökyüzünün derinliklerine tırmandıran bir tutku olmuştur, insanoğlunun gönlü biraz divanedir. Gezer durur. Onu eğlemenin yolu Anadolu’da geçmişte içten içe söylediğimiz yayla türkülerimizdir:

Yörük de yaylasında yaylayamadım Divane gönlümü eyleyemedim.

Aydınlarımız, artık yaylalarında yaylamalıdır. Kendilerine çizdikleri kuytu ve izbe meyhanelerdeki sigara dumanına karışmış entel dedikodularından kurtulmanın yolu budur. Çünkü dedikodular yüksek sanat duygularını körelten, ilkel merak ve kıskançlık duygularından beslenir. Yazları sıcak ve nemli Akdeniz gecelerinin insanın ruhunu ve tenini kemirdiğini, ilkel cinsellik dürtülerinin yaratıcı sanat yeteneklerini körelttiğini bilmelidirler. Barlar, ışıklı caddeler, içki, kadın ve henüz açığa çıkmamış birçok sapkın duygularla Akdeniz sahillerine bağlı kalanların, sanat edebiyat ürünleri veremediklerini bilmelidirler.

Aydınlarımız bunu düşünmelidirler. Hem kendileri için, hem içinde yaşadıkları toplum için. Yaylalarımıza dayalı daha güzel, daha temiz bir dünyayı oluşturup, karşısında sorumluluk duygusu taşıyarak durduğumuz insanımıza, daha güzel, daha sağlıklı bir geleceğin ipuçlarını vermeliyiz. Sanat dokusunun gençleşmesi ve diri kalması için de yüksek dağ yamaçlarına ihtiyaç var. Çünkü monotonluklar, güzellikleri yok eden bıkkınlıklardır. Bu bıkkınlığın ilacı ise teknolojinin getirdikleri ile doğanın güzelliklerini kaynaştırmaktır.

Bu toprakların geçmişi bu topraklardaki yok oluşu anlattığı gibi, binlerce yıl yaşamanın yollarını da göstermektedir. Bize düşen görev, bunları bulmak ve yılmadan toplumumuza taşımak, göstermek, yaymak ve yaşatmaya çalışmaktır. Elbette bu bütün aydınların görevidir. Ancak önce edebiyatçılara düşer.”

Alemdar YALÇIN

 

ÖRNEK 2:

Tuncay Terzihanesi’nden

“Merdiven 40’a Dayanır! Merdiven bir kurtarıcıdır her şeyden önce. öyle olmasaydı, üstünde merdiven taşıyan kırmızı renkli arabalara, trafikte geçiş önceliği tanınır mıydı?

Harfler ile çıkarız sözcüklerin katına. Oradan da tümcelere… Bu yüzdendir ki, bir merdiven görünümündedir, “Harf” sözcünün ilk harfi.

Bir oyun alanıdır merdiven. Efendim, basamakları geniş olanlar için bu düşüncemin doğru olduğunu mu söylüyorsunuz!?. Ama ben, basamaktan değil, tırabzandan söz etmek istiyorum. Tırabzan ki, kaydırağıdır, annelerinin oyun parkına götürmedikleri çocukların… Ve tahta bir merdiven kızak oluverir çocukların altında, karlı bir kış gününde.

Tırabzandan kayan çocuk neşe içinde gülümserken, yanından hızla geçtiği adam, üç-dört basamakta bir durmakta ve soluklanmaktadır. Ne de olsa çocuk, merdiven dayamamıştır yaşlılığa.

Merdiven dayamak!.. Bir insanın yaşı sorulduğunda yanıt olarak kullanılır bu deyim: “Ellisine merdiven dayadım”. .. Yirmisine merdiven dayadım, denmez oysa. Ya da otuzuna!..

Kırk!.. Evet kırk yaştır, merdiven dayamak deyiminin kullanıldığı alt sınır. Türkçe deyimlerin güzelliğine borçlu olduğumuz şiirlerden biri de, Ahmet Haşim’in “Merdiven” adlı şiiridir:

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…

Son basamağında ölüme çıkılan tek merdiven idam sehpasınınkidir. Amerika’nın Leavenvvorth hapishanesindeki bir mahkûm, kaldığı tek kişilik hücrenin penceresinden kendisi için kurulan idam sehpasının yapılışını seyreder. Marangozun birkaç basamaklı merdivenin tırabzanını büyük bir itina ile zımparaladığını görünce de sorar: “Bunu neden yapıyorsun?”… Marangoz alaycı bir şekilde gülümser: “Eline kıymık batmasın diye”… Annesinin çabası sonucu Cumhurbaşkanı tarafından idamdan kurtulan mahkûmun adı Robert Stroud’dur. Ama siz onu “Alcatraz Kuşçusu” olarak tanırsınız.

Merdivenli sokakları olan kentleri severim. Çocukluğum Trabzon’un “Merdivenli Sokağı”r\öa geçti ne de olsa. Ne de güzel sokak adları var İstanbul’un: Merdiven Sokağı, Merdiven Yokuşu, Merdivenli Bayır, Merdivenli Çeşme, Merdivenli Hamam Çıkmazı… Kocaman bir kasabaya dönüşen İstanbul’un “Merdivenköy”ü bile var.

Ama eski istanbul kartpostallarında gördüğümüz Yüksekkaldırım’ın basamakları, dar bir şerit hâlinde, otomobillere açılan yolun iki yanına sıkışıp kalmıştır… Rıfat İlgaz, çantası dolu olarak Yüksekkaldırım’ı çıkan Postacı llhami Efendiyi anlatır “Bu Merdivenlerden”adlı şiirinde:

Bir düşün, ne demiş Haşim Amcan,
Vermiş de tatar böreğini gövdeye,
Ağır ağır çıkacaksın demiş, bu merdivenlerden,
Böyle soluk soluğa değil!

Rıfat Hoca’nın, dizelerinde Ahmet Haşim’i alaya aldığı şiirin yanı sıra, irlandalı yazar Bernard Shaw’un da, Hollywood filmlerini eleştirirken merdiven kullandığı görülür: “Hollyvvood’da bir filmin yüzde doksan beşi,merdivenlere tırmanıp inmekten ya da arabalara girip çıkmaktan oluşuyor. Oyunlarım, onların çok ilgi duyduğu merdivenlerde geçmiyor. Böyle olunca da, sinema sanatından anlamadığım söyleniyor.”

Merdiven çıkarken bir başkasının önüne geçmek uğursuzluktur. Merdiven altından geçmeye kalkışmak da öyle!.. Bunun nedeni, merdivenlerin Tanrılara uzanan yollar olduğu inancıdır. Bu inançlar günümüzde varlıklarını sürdürseler de, basamakların tahtadan yapılması inancı terk edilmiştir. Demirden basamak yapılmaz. Tanrılar, yeraltından maden çalan insanlara kızabilir ne de olsa!.. “Maazallah”deyip, kulağımızı çekerek tahtaya vurmalı üç kere.

Ne asansör, ne “yürüyeniileri pabucunu dama atabilmiştir merdivenin!.. Daha doğrusu atmıştır da, o kendisini duvara dayayıp çıkıp almıştır her seferinde. Merdiven güvenilir dostlarından biridir insanlığın.

Başımızın sıkıştığı anda yardımımıza koşar merdiven. Unutmayın, binalarda “Yangın asansörü” değil, “Yangın Merdiveni” vardır!..

Bu yazının sonuna da Sunay Akın’ın şu dizeleri ne de yakışır:

Ah! Şu benim şair yalnızlığım
bir yangın merdiveni gibidir
umut apartmanının arkasında
pas tutarken yüreğim
ayakta duruyorum yıkılmadan
çocukların kayacağı bir tırabzanım olmasa da”

Sunay AKIN

 

ÖRNEK 3:

Eşekler, İkindiler, Yetişimler’den

“Sessizlikten Gürültü – Patırtı İçine

Yalnızlık sonrası gürültü-patırtı içinde yuvarlanıp giderken, aklıma gelip de dilimin ucundan dökülen olumlu yönelimler, keşke artık hep gerçekleştirdiğim, birlikte gerçekleştirebileceğimiz şeyler olsa!

Nasıl olduysa oldu, hangibirini anabilirsin, kimbilir neler ardından, kaşla göz arasında filozofların “metafizik” diye nitelediği öteler’e tırmanıvermişim günlerden birgün. Her şey yerinde, zamanında ama. Ipinucunu kaçırmadığım inancıyla işte o hepimizin gümbürtülü günübirlik yaşamındayım.

Kat kat yapayalnız yalnızlıklardan sonra bana bambaşkaymışım gibi geliyor artık. Kırk yılda bir, börtü böcek dışında, hiçbir sesin, şamatanın duyulmadığı bir açık havada, dinç bir sevinç içime usul usul yayıldığı zamanlarda, ilerde, sen yokken de böylesi anlar yaşanacak, diye kendi kendime mırıldanırcasına düşündüğümde: doğrusu kendimi tutamayıp birşeyler de çırpıştırıyorum.

Sık sık yazılan yazılardan başka kıvamda şeyler bunlar. Sözüm ona kuşbakışı pek çok yapmacık söylevden bambaşka, şeyler. Değerbilirlerin dikkatinden kaçmayacağı sanısıyla belirtelim: yalanın yanlışın alınıp satıldığı pazar yeri ortamında, kulak verilmesi gereken eylemler, söylemler bunlar.

Gürültü-patırtının kesilmesinden sonradır ki işler nice özveriyle doğru-dürüst kotarılabiliyor. Hep böyle değil miydi zaten? Eski savaşlarda atlıların ardından gelen yaya güçlerin omuzlarındaydı savaş yükü. Acele edip günümüzde bu değişti diye kesip atmayalım.

Bakıyorum da, şamatayla kabara kabara heryanımı saran olaylar ortamında, çoğun izlence taslağı olarak kalıyor gözlem ve özlemlerim. Ne çıkar ama  insansız. Tarih boyunca hep böyle olmamış mıdır: insan- toplum-devlet yaşamını gönlünce katkılandıramasa da, birinin tasarlayıp düşündüğü istenç, ola ki, başka birilerinin düşünme – eyleme esinlerini kımıldatabilir.

Şu sıralar aklımı en çok kurcalayan şeyler mi? Özerin özeti: yaşamın, insan-toplum-devlet odaklı sorun burgaçları…”

Nermi UYGUR

“Deneme” sayfasına dön! «|