- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Biyografi Örnekleri

biyografiÖRNEK 1:

Edebiyatımızda İsimler Sözlüğünden: Turgut UYAR

Günümüz şairlerinden, 1927-22 Ağustos 1985, do. Ankara, ölm. İstanbul. Askerî Liseyi (1946), Askerî Memurlar Okulu’nu (1947) bitirdi. Posof, Terme ve Ankara’da subay olarak, ordudan ayrılınca da (1958) sivil görevlerde çalıştı, emekliye ayrılıp (1969) istanbul’a yerleşti. İlk şiiri Yedigün dergisinde (sayı 46, Haziran 1947) çıkmıştı. Kaynak dergisinin bir şiir yarışmasında (1948) “Arz-ı Hal”şiiri ikincilik kazanınca Nurullah Ataç’ın güvendiği şairler arasında girdi. İlk dönem şiirlerinde kişisel yaşantılarının ve çevresinin izdüşümleri üzerinde durmuştu. Sonraları (1952) toplum ve törelerle çatışan bireyin yenilgisine yakılmış ağıtlar diyebileceğimiz şiirler yazdı. 1950 sonrası şiirimizi biçim ve öz bakımlarından yenileştirmesiyle İkinci Yeni’nin ilk akla gelen şairlerinden; deneme ve yorumlarıyla da günümüz Türk şiirini anlayışla, yetkiyle değerlendiren yazarlarımızdan biri oldu.

Şiir kitapları: Arz-ı Hal (1949), Türkiyem (1952), Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959), Tütünler Islak (1962), Her Pazartesi (1968), Divan (1970), Toplandılar (1974), Kayayı Delen /nc/r (1981). Toplu Şiirler I (ilk dört kitabının toplu basımı) 1981’de yayımlandı. Yeni şiirler ilavesiyle bütün şiirlerini Büyük Saat (1984) adlı kitapta topladı. Şiir üzerine düzyazıları BirŞiirden (1983) adlı kitabındadır. Hüseyin Cöntürk Turgut Uyar (1961) incelemesine ikinci ve üçüncü kitaplarını konu edinmiş, şairin Tütünler Islak kitabı 1963 Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanmıştı. Daha sonra Kayayı Delen incir ile 1982 Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü, Büyük Saat ile de 1984 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü kazandı.

ÖRNEK 2:

Tevfik Fikret: Devir-Şahsiyet-Eser’den

Fikret bütün hayatınca tek bir mizaç ve karakterin inkişafını göstermekle beraber, tezahür şekilleri birbirinden ayrı olan dört merhale geçiriyor: Yirmi bir yaşına kadar, ileriki şahsiyetinin bazı taraflarını önceden haber veren oldukça sakin, fakat içli bir aile ve mektep devresi yaşıyor. Yirmi birler yirmi dört yaş arasında, kısa bir bahara benzeyen ilk gençlik çağını idrak ediyor. Yirmi dörtle otuz yaşları arasında, bütün hayatınca devam edecek olan karakteri kazanıyor. Bu tarihten ölümüne kadar olan devre, aynı şahsiyetin muhtelif şartlar altında gelişen safhalarından ibarettir.

(…)

Fikret’in çok küçük yaşlardan itibaren, aşırı derecede hassas olduğunu gösteren bazı vak’alar zikrediliyor. İsmail Hikmetin anlattığına göre Fikret, daha üç buçuk yaşında iken bir komşu kızına âşık olmuştur: “Aksaray’da bulundukları zaman birçok misafirler gelirdi. Bunlar arasında bir de paçacılar kâhyasının kızı Naciye Hanım vardı. Fikret işte bu Naciye Hanım’a âşık olmuştu. Ne zaman evlerine gelse yanından ayrılmaz, ayrılınca da başını yastığının altına sokar saatlerce ağlardı”.

Ömrüm Benim Bir Ateşti: Ahmet Hâşim’in Hayatı, Sanatı, Estetiği, Dramı’ndan



Konya’dayken merkezden aldığı bir emir üzerine Ulukışla, Niğde, Arapsun, Bor ve Ürgüp’ün iaşe işlerini teftiş etmek üzere bir arkadaşıyla yola çıkan Hâşim, Ulukışla’da tahmininin aksine altı leziz gün geçirir. Hele.Toros eteklerinde üzüm fidanlarıyla ve kavak ağaçlarının gölgeleriyle yemyeşil duran bir vadide, berrak bir su kıyısında seccadeler üzerine uzanarak geçirdikleri köy gecesi unutulacak gibi değildir. Bir taraftan ayranlar hazırlanmakta, bir tarafta “berrak ve âteşin” çaylar içilmekte, diğer taraftan mahzun nargilekeşler bir salkım üzümü gurub ışığına tutup tebesüm edenlere “namütenahi sözler teati” etmektedirler.

Ulukışla’da yaşadıklarını anlatırken âdeta bir diyoniz yak âyin tablosu çizen Hâşim, oradan dünyanın en güzel armutlarını ve en rayihalı elmalarını iştahla dişlediği Niğde’ye geçer; bu mektubu yazdığı gün öğleden sonra da Nevşehir’e hareket eder. 3 Eylül 1333 tarihinde yine Niğde’den gönderdiği mektupta, Anadolu insanı hakkındaki genel kanaatlerini yazan Hâşim –ki keskin bir gözlemci olduğu anlaşılmaktadır– ihmal edilmiş ve uzun savaşlardan çıkmış yoksul Anadolu’nun o yıllardaki içler acısı halini gözler önüne sermektedir. Çalakalem yazılmış bir mektup olmasına rağmen, Hâşim’in çarpıcı nesrinin ilk örneklerinden biri sayılabilecek bu metin, aynı zamanda son devir Osmanlı aydınının Anadolu hakkındaki derin bilgisizliğine ve onunla karşılaşınca yaşadığı büyük şokun niteliğine dair ipuçları taşıması bakımından da önemlidir. Hâşim’in bu mektubuyla arkadaşı Yakup Kadri’nin Yaban’ını müjdelediğini söylemek mübalağa sayılmamalıdır.

ÖRNEK 3:

Çok Şey Yarım Hâlâ: Ayşe Sarısaym Babası Behçet Necatigil’i Anlatıyor’dan:

“Babam genellikle sessiz, az konuşan, içe dönük bir insandı. Onun rahat konuşabilmesi, üstündeki o çekingen, tutuk görüntüyü atabilmesi için “havasını bulması” gerekirdi; bu da çok sık yaşanan bir durum değildi. Annem, nişan gecesi babamın nasıl sikildiğini, yerinde duramadığını, sonunda bir ara evin dışına kaçıp “işleri bitince ben gelip alırım babamlarfdiyerek sokakta volta attığını anlatmıştı bize. Bu olaya hem çok gülmüş hem de hak vermiştim babama. İnsanların pek çoğunun kendisini rahatsız hissedeceği böylesi bir seremoni, babam için kim bilir ne büyük bir işkence olmuştu. Ama annemin ailesinin, zaten kızlarını pek de istekli olmadan vermeye razı oldukları damat adayına duydukları tepkiyi de artırmıştır mutlaka bu volta olayı.

Evlenme hazırlıkları dönemi oldukça sıkıntılı geçmiş. Annemin maddi sorunları, bu sorunları babama yansıtmama çabaları; babamın ise ailesinden borç olarak aldığı parayla kuracakları evin asgari ihtiyaçlarını karşılamaya çalışması her ikisini de oldukça zorlamış. Bu arada babamın ailesinin yaşadığı Beşiktaş, Valideçeşmesi, Dibekçi Kâmil Sokağı (şimdi Enis Akaygen Sokağı), 22 numaralı evde, aile bireyleri, bir nikâh memuru ve iki şahitle nikâhları kıyılmış (Ekim 1949, babamın nikâh şahidi Oktay Akbal, anneminki ise yakın aile dostları Müved-ded Ermert). Ardından da bir yemek yenilmiş ve herkes kendi evine geri dönmüş (evleri hazır olmadığı halde nikâhlarının kıyılmış olması, annemin ailesinin tutuculuğundan olsa gerek!). Evlenmeleri bir ay kadar sonra gerçekleşebilmiş. Bu süre zarfında annem “nikâhlı kocası” ile birkaç kez akşam yemeğine çıkmak gibi bir ayrıcalığı yaşama fırsatı bulmuş, tabii dönüşte geç kalmamak şartıyla! Yine Valideçeşmesi, Setüstü Sokak, 22 numarada bir kiralık ev bulunup temel ihtiyaçlar iyi-kötü karşılandıktan sonra ise ikisinin de yaşamında yeni bir dönem başlamış: Evlilik (Kasım 1949).

İlginç bir rastlantıdır ki, yıllar sonra bu ahşap evin yerine yapılan apartmanın bir dairesinde Hilmi Yavuz yaşadı. Babamın ölümünden sonra Hilmi Yavuz’u bu evde ilk ziyaret ettiğimizde hepimiz değişik duygular içindeydik, özellikle annem çok etkilendi bu durumdan. Evliliğinin ilk yıllarını geçirdiği eve yıllar sonra yeniden gitmenin yanısıra, bu evde babamın çok sevdiği bir öğrencisinin/ dostunun yaşıyor olması gerçekten de heyecan vericiydi.

ÖRNEK 4:

Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan’dan

“Belki de böyle yaşamanın kendine göre bir güzelliği vardır” dedi profesör; “Belki de bir gün insana ödül verirler bilime hizmet ettiği için”. Genç adama baktı: “Mesela sana”. “Efendim?” diye kendine geldi delikanlı: “Ne verirler?”. “Bilim hizmet ödülü”. Parmağını salladı: “Ama odana kapanıp kitaplara gömülmekle olmaz sadece; ekol de kuracaksın”. “Sahi bu ‘ekol kurmuş’u anlatacaktınız bana. Orta yaşlı adam oturduğu sıradan kalktı; bir süre konuşmadan yürüdüler. “Bilmem ki nasıl anlatsam. Mesela ben şimdi sana bilim adamı olmanın yararlarını açıklamaya çalışırken, belki de küçük çapta bir’ekol’ kurmaya çalışıyorum, ne dersin?”.”Nasıl?”dedi delikanlı, “Biraz daha anlatın”. “Çok sevinirim” diyerek genç adamın koluna girdi profesör.”Bir yere gidip oturalım, olur mu?”. Bir çekingenlik geldi esmer delikanlıya; bu şehirlilerin göreneklerini bilmiyorum, sizi sonra rahatsız ederim bir gün demeliyim herhalde. “Korkma” dedi profesör, “Rahatsız olmam, paralar da benden”.”Onu demek istemedim de…”. Profesör güldü: “Bir de demek isteyecek miydin? Bunu ben teklif ettim; yani seni rahatsız etmek, yani bilime karşı bir ilgi uyandırmak istiyorum sende. Bunu becerebilirsem hemen bir ödül vereceğim kendime”.

önce pastalarını yediler, çaylarını içtiler. “Mesel mühim” dedi profesör, “Seni hemen tedirgin etmemeliyim. Mustafa da olsa böyle yapardı; ama benim yaptığım gibi durumunu belli etmezdi açıkça”. “Benimle eğlenmiyorsunuz ya?”. Profesör kaşlarını çattı. “Bundan daha ciddi bir iş olur mu? Yeter ki sen benim sözlerimi ciddiye al; çünkü her şeyi hemen öğrenemezsin. Bilimle ilgileneceksen bunu bilime yakışır biçimde yapmalıyız, insanların yaşantılarında dedikodunun ötesinde birşeyler bulamya çalışmalıyız değil mi?” Evet dedi genç adam. Öyleyse dinle:

“Mustafa İnan doktorasını yaparak isviçre’den döndüğü zaman Yüksek Mühendis Mektebi’nde Teknik, Mekanik ve Mukavemet muallim muavinliğine tayin edilmişti. Aynı yıl, yani 1944’te Yüksek Mühendis Mektebi’nin istanbul Teknik Üniversitesi olması üzerine doçentliğe getirildi. Aslında Mustafa inan’ın doçentliği, bir bakıma çok eskiydi: Daha öğrencilik yıllarında, üçüncü sınıfta olduğu sırada Mustafa’yı çok seven matematik profesörü Kerim Erim, onu”doçentim”diye tanıtıyordu öğretmen arkadaşlarına. Sonunda Mustafa inan gerçek doçent oldu; ama şartları görünüşte pek değişmedi; asistanlarıyla birlikte oturduğu küçük ‘Mekanik Odası’nda çalışmaya başladı. Oysa isviçre’de doktora yaparken şartlar ne kadar başkaydı. Zürich Teknik Üniversitesi’nin geniş laboratuvarlarında yıllarca deney yaparak geliştirmişti doktorasını.

Burada laboratuvar filan yoktu, herkese bir oda bile yoktu. Adı değişmişti ama mühendis mektebiydi henüz burası. Oysa Mustafa inan yeni bir hava getirmek istiyordu: Mektebin Teknik Üniversite olmasını istiyordu, kürsüler kurulsun, araştırmalar yapılsın istiyordu. Öğretim üyeleri de araştırma işine alışmalıydı. O zamanlar Mustafa belki ‘ekol’ün ne olduğunu pek iyi bilmiyordu; ama belki de ilk ‘ekol’ünü küçük mekanik odasında asistanlarıyle birlikte kurdu, Bekir Tekinalp ve İlhan Kayan’a araştırma yapmanın önemini aşıladı. Bir yandan da üniversitede ilk seminerleri düzenlemeye başladı. Ve üniversitede ilk doktora yaptıran hoca oldu sonra. Hayatının sonuna kadar büyük bir titizlikle yürüttüğü Uygulamalı Mekanik seminerlerinde yalnız öğrencilere, asistanlara değil, hocalara bile bir şeyle öğretti”.

“Sonra?” diye sordu genç adam. “Sonrası yok” dedi profesör. “Hepsi bu kadar. İşte bütün Mustafa inan’ı öğrendin”. “Olur mu ama…”diye heyecanla itiraz etti delikanlı. Profesör güldü: “Ne bekliyordun yani? Yarım saatte koca Mustafa inan’ı öğrenmek mi istiyordun? Bu uzun bir iştir, belki de seni ilgilendirmez”. “Olsun siz gene anlatın biraz daha”.

ÖRNEK 5:

Adalet Ağaoğlu Kitabı: Sen Türkiye’nin En Güzel Kazasısın’dan

– Bu aşinalığın ardından, isterseniz, önce tiyatroya “ilk adım”ı nasıl attınız, onu anlatın bize.

-Tiyatroya ilk adım… Evet, üniversitenin son sınıfındaydım. 1950’de bitirdiğime göre, 1949 yılında ilk oyunumu yazdım. Söyledim ya, bizim alt katta Sevim abla oturuyordu. O benim gizli gizli yazdığımı, şiire, giderek tiyatroya ilgimi biliyor. Doğrusu, iç dünyamı bir biçimde dile getirmek istiyordum.

– Kendini ifade edebilme çabası da var değil mi?

– Evet bu da var. Örneğin roman yazıyorum. O tarihe kadar lisede hep yazdım ama hepsini yırtıp atıyorum, beğenmiyorum. Onu beğenmiyorum, şiirimi beğenmiyorum, bunu beğenmiyorum, kendimden utanıyorum, yırtıyorum. Bu sefer yeni bir şey arıyorsunuz. Yeni bir biçim arıyorum.Takılmıştım Sevim ablaya:”Hadi, piyes yazalım”. Adalet Sümer- Sevim Uzgören: Bir Piyes Yazalım. O da ısrar etti bunu yazacaksın diye.

– Konuyu nasıl buldunuz?

– Sevim abla çok sevdiğim biriydi, o biraz esin verdi bana. Konu kafamda şöyle oluşmuştu: Çok iyi iki arkadaş var. Bu iyi iki arkadaşın arası nasıl bozulabilir ve nasıl yanlış anlaşılır.. Tabii arkasında dedikodular, şunlar, bunlar ve bir hastalıktan doğma gizliliğin yarattığı kuşku, güvensizlik çelişkisi var. işte böyle bir oyundu. Sevim ablaya insani açıdan kendi duygularımı söyledim, onunla duygularımı paylaşıyordum, “işte bunu yazacaksın” dedi. Yazacağım da nasıl yazacağım? Aileler yakınlaşmıştı iyice. Annesi yaşlı ama annemle çok iyi anlaşıyorlar. Biz tek bir evde gibiydik. Onların başında erkek de yok, babam sabah gidiyor akşam geliyor. Ben onlara inmişim, o bana çıkmış, hiçbir şey fark etmiyordu. Sevim abla benim gece eğitmenimdi aynı zamanda. Söylüyordu “Şimdi ben sana şöyle diyorum. Ne diyeceksin bakalım? Yaz”. Cevap arıyorduk, diyalog kuruyorduk. Oynayarak yazdık. Ve o oyunu Devlet Tiyatrosu’na verdik, kabul edildi. Yine de Sevim ablanın bunu bir yere verme gayreti olmasaydı, ben o işi yapamazdım, açık söyleyeyim.

– Kime götürdünüz yazdıklarınızı?

– Bizim daracık sokakta –İtalyan sokağı gibidir evimizin bulunduğu sokak-, karşıda sabaha kadar odasının ışığı yanan bir bey vardı. Kimdi biliyor musunuz? Refik Ahmet Sevengil. 1950 yılıydı, CHP iktidardan düşmüş, Refik Ahmet Sevengil’in milletvekilliği elden gitmiş ve parasız pulsuz Ankara’ya taşınmış. İşte bu, benim yazarlık hevesimi biliyor.”Ona verelim” dedi Sevim abla. O sırada bir gazetenin Ankara temsilcisiymiş, Yeni istanbul’un. O benim yazmaya hevesim olduğunu ilk keşfeden büyüğümdür, Sevim abladan sonra. Bir gün Halim’i karşısına çağırıp “Bu kız çok yetenekli, sakın ha evliliğe kurban etme onu” demiş. Benim nikâh tanığım oldu sonra. 1951’de sınavla Ankara Radyosu’na girmiştim…

-O yıl bir radyo oyunu yazmıştınız yanılmıyorsam…

– Evet, benim ilk radyo oyunumdu. Bir gün radyo daydım, Grieg’in piyano konçertasu çalıyordu, dayana madım. O kadar etkilenmiştim ki, Aşk Şarkısı adlı oyunu yazdım, ilk yıllarda radyo için o kadar çok”hikâye”yazdım ki… Sözlü yayınları yönetiyordum. Mikrofon çok açgözlü, durmadan yiyor. Sanatçılara, yazarlara örnekse “Beş ayrı aşk” üstüne ısmarladığım oyunlar zamanında gelmiyor; oturup bunları sabahlara kadar kendim yazıyorum. Bir de “Hayat Güzeldir: Her şeye Rağmen Hayat Güzeldir” başlığıyla bir programım vardı; kendim yazar, kendim okurdum, canlı. Programa adını veren cümleyle başlardı.

– Ankara Radyosu’na girmeden önce gazete ve dergilerde de yazıyordunuz değil mi?

– Evet. Sürekli yazdığım gazetede küçük çeviriler yapıyor, magazin haberleri “naklediyordum”. Birde boyuma bakmadan tiyatro eleştirileri yazdım. Çok şaşıracaksınız ama radyoya girince, basın kartımı “memur oldun” diyerek elimden aldılar. Halbuki ben Basın Yayına memur olmuşum, vermeyebilirmişim. Ama bilmiyordum, bürokrasiyi de bilmiyordum. Ailede bürokrat yok…

“Biyografi” sayfasına dön! «|