- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Anı (Hatıra) Örnekleri

anı, hatıra özellikleri, tarihsel gelişimiÖRNEK 1:

Uzak, Yakın, Bölük, Pörçük Anılar’dan Geldi Olayı

Köpekleri oldum bittim çok severim. Kedilerle başım pek hoş değil. Köpekle dost olmak ne denli kolaysa, kediyle dost olmak o denli güçtür, öyle köpek gibi alçakgönüllü değildir, okşanıp sevilmek ister, ama uzun boylu sürdürmez dostluğunu. Köpekse tam tersi, bir kez sevmeye görsün, her koşulda dosttur, insanı düş kırıklığına uğratmaz. Çocukluğumda çok köpekle rastlaştım. Çoban köpeklerine pek yaklaşmazdım, yarı korku, yarı çekingenlikle.

Yıl 1936 olmalı. Beşiktaş Abbasağa yokuşundaydı, küçük bahçeli iki katlı evimiz. Bir gün kapı önünde oyalanırken, kara kıvırcık tüylü, orta boy bir köpek yanaştı bir tanıdık edasıyla. İlkten sürtüştük birbirimize, sonra iki ayağını omzuma geçirip, yüzümü yalamaya başladı. Bir ev köpeğiydi besbelli. Yolunu şaşırmış olmalıydı. Ama hiç de gideceğe benzemiyordu, içeri aldım, evin havuzlu küçük bahçesinde konuk ettim hep sırnaşa koklaşa.

Ertesi sabah erkenden uyanmıştı, iyi günler demeye getirip okşamaya başladım. Alışık görünüyordu sabah merhabasına. Sonra evdekilerle, annemle, kardeşlerimle merhabalaştı.

Yıllardır yanımızdaymış gibi davranıyordu. Adını “Geldi” koyduk. Gerçekten Geldiydi. Adına hemen alışıverdi. Günler geçtikçe Geldi ev halkına alışıyordu; yitirdiği evini, dostlarını bulmuş gibiydi. Geldi zamanla komşuların da sevgilisi olmuştu.



Geldi evin dışına çıkıp dolaşıyor, yine kapımızı tırmalıyor, “ben geldim’e getiriyordu. Bir an Geldi kayboldu. Bir hafta, iki hafta ses seda çıkmadı. Beşiktaş’ın uzak bir yerinde onu görenler olmuştu. Bir dostu yitirmenin acısını çekiyordum. Bu acı ve özlemle günler günü yollara düştüm, sonunda bahçeli bir evin kapısında gördüm onu, geçkin, yaşlı bir adamın yanında.

Bir coşku, bir umut. Bahçe kapısını itip içeriye girdim. Geldi seğirterek boynuma sarıldı. “Bakın” dedim ev sahibine, “köpek beni seviyor. Bırakın da alıp götüreyim.”
“Olmaz oğlum, o köpek benim köpeğim, bir yıldır onu arıyordum, sonunda buldum. Onu size veremem”, dedi.
“Peki ara sıra olsun onu görmeye gelebilir miyim?”
“Olmaz”, diyerek kestirip attı.
Bu, büyük bir düş kırıklığı oldu benim için. Aldığım ders de şu:
“Benim olmayan bir şeye ölesiye bağlanmamak.
Başkasının hakkına saygı göstermek.
Sahiplik duygularını gemlemek.”

İşte geldi ile benden giden ve bana gelen, ömrüm boyunca bir ders oldu bu benim için, acı dolu bir ders.

Vedat GÜNYOL


ÖRNEK 1:

Denemeler: Konuşmalar, Geçmişle Gelecek ve Başka Yazılardan Beyoğlu Üzerine

Benim gençliğimin, daha da önceleri çocukluktan gençliğe dönüşüm yıllarımın geniş bir zamanı Beyoğlu’nda geçti. O dönemin sanata bulaşmış tüm kişileri gibi ben de bu geleneğin dışında kalamadım. O günlerde bize gizemsel gelen bir tutkuyla bağlıydık Beyoğlu’na, zamanımızın önemli bir bölümünü o caddede soluduk. Gerçi Salah Birsel’in büyük boyutlarla bileşimini yaparak özgün anlatımıyla sunduğu o caddeyi, o dönemi şimdilik küçük bir çerçevede sınırlamanın gereği var mı bilmiyorum, ama bir kez de ben, kısacık bir bakışla da olsa, o geçmişe sarkmayı deneyeceğim. Çünkü o günlerde, giderek daha da eskilerde, yaşamlarını sanatın ekseninde döndürmeye adamış kişilerin olduğu gibi, benim de geçmiş zamanımın küçümsenmeyecek bir payı orada saklıdır.

Şimdi geçmişe bakıyorum da, akşama doğru o semte yönelmiş taşıt araçlarında ne çok yüz görüyorum. Gece yarısından sonra ne çok gölge ya Gümüşsuyu’ndan ya Unkapanı’ndan yayan evlerine dönüyorlar. Çevremiz dar gelmiş de daha geniş bir alanda soluk almak gereksinimiyle, olanağımızca erken saatlerde semtlerimizden ya da işimizin gerektirdiği yerlerden sıyrılmaya bakarak, nice gün Beyoğlu pastanelerinden birine kapağı attık. Pastaneleri meyhaneler, sinemalar izledi. Sinema çıkışlarında kahvelerde oturduk. Gece, geç saatlerde bir yaşamı yarıda bırakmanın yıkımıyla evlerimize döndük. Sanki sanatçı olmak için Beyoğlu’na gelmek, o kahvelerdeki küçük kalabalıklara sanatçı kişiliğini onaylatmak gerekiyordu. Bu türden bir onay almanın mutluluğuna erenler o çevrede uzun yıllar kalıyorlar, alamayanlarsa birkaç kez göründükten sonra yitiyorlar ya da gelmelerini seyrekleştiriyorlardı.

Kuşkusuz, böyle bir onaya ulaşmasa da toplulukların gediklisi olmakta karar kılanlar vardı. Bunlarsa ermiş soyundan, tadına doyum olmayan kişilerdi. Çok kez onaylanmamaktan yakınmazlar, gülümseyerek geleceği beklerlerdi. Arada bir de, özellikle içkiyi çokça kaçırdıkları akşamlar ya da içtenliğine güvendikleri bir kişiyle yalnız kaldıklarında boşalırlar, demediklerini komazlardı. istanbul dışından gelenler de tezden soluğu Beyoğlu’nda alırlardı. Eleştiri terazisi orada dengeleniyordu. O terazide tartmayı özledikleri, birikmiş ne çok yükleri vardı.

O günlerden daha geriye dönsek gene benzeri görünümle karşılaşacağız: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, edebiyat anılarında, Beyoğlu’nda Ahmet Haşim’den, Abdülhak Şinasi Hisar’dan söz eder. Löbon pastanesinde akşamları konuşmaya duyamadıklarını anlatır. Saatler dakikalar gibi geçer. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen bitimindeki yıllardır bunlar. Kadıköy tarafında oturanları evlerine ulaştıracak son vapur Kadıköy iskelesinden akşamın aşağı yukarı yedisinde kalkmaktadır. Ama söyleşi uzamıştır, kuşkusuz onların da terazisinde tartılacak pek çok yük vardır. Yargılar yargıları izlemektedir. Gecikerek son vapuru kaçırdıkları için ne çok akşamlar yakın tanıdık evlerinde konaklamak zorunda kalmışlardır. Bizden bir önceki dönemin insanları için de böyledir bu, o kuşağın yaşamını belirleyen Fikret Adil, kitabının adını Beyoğlu’nun ara sokağından almıştır: Asmalımescit, onlar da sinekler gibi kavanozun içinde çırpınıp durmuşlardır.

Neydi Beyoğlu? Şimdi ona, Beyoğlu’nun o dönemine uzaktan bakmanın, onu bir anı gibi görmenin olanağı vardır. Daha doğrusu o dönemdeki Beyoğlu’nu bir anı gibi görmekten başka olanak yoktur. Anı kavramının bende uyandırdığı çağrışım, Stephane Mallarme’nin ünlü “Edgar Poe’nun Mezarfadlı şiirinin ilk dizesidir:”Tam kendi olunca en sonu ölümsüzlükte”. Ozan, bu dizesiyle, insanoğlunun varlığının kesinliğe ulaşmasını, bir başka deyimle tümlenmesini, yaşamının sona ermesi, devingenlikten

durağanlığa geçmesi koşuluna bağlamaktadır. Gerçek yüz, türü içindeki oluşum sona erince kesinlenir. ölümle bir başka yaşam, değişim olanağı bulunmayan bir yaşam başlar. İnsanlar için geçerli olan saptayış, çağlar için olduğu gibi, kentlerle semtler için de kuşkusuz geçerlidir, insanlar gibi çağlar da, semtlerle kentler de zaman dışına çıktıklarında tümlenirler, kesinliğe ererler. Artık daha nesnel bir gözle bakılabilir onlara, kesin tanımları yapılabilir. Beyoğlu bugün de var, bir semtin adı. Ama örneğin Yahya Kemal’in şiirindeki Kocamustafapaşa bugün aynı adı taşıyan semtten ne denli ayrı nitelikteyse, bugünkü Beyoğlu da geçmişteki Beyoğlu’ndan o denli uzaktır. Evet, neydi Beyoğlu? Bizans döneminde adı Peran Bağları’dır, daha çok bostanlarla meyve bahçelerinin yer aldığı kırlık bir bölgedir. Gerçek yerleşim Osmanlı egemenliğinde yavaş yavaş başlar, istanbul’un öbür semtleri gibi, özellikle on sekizinci yüzyılda yangınlar geçirir, bugünkü görünümüyle de on dokuzuncu yüzyılın ortalarında kurulur, gelişir.

Beyoğlu’nun bu yeni düzeyle belirmesinin tarih bakımından ülkemizin batıya yönelişini belirleyen Tanzimat’la yakın düştüğünü görmek, insanda ister istemez, bu toplumsal çıkışla Beyoğlu’nun o dönemden başlayarak benim için ikinci Dünya Savaşı’nın ortalarına dek sürecek Avrupalı yüzü arasında bir çağrışım uyandıracaktır, öyle sanıyorum ki, Birinci Dünya Savaşı’yla İkinci Dünya Savaşı arasındaki sanatçı kuşaklarını Beyoğlu’na çeken de batılılaşma özlemidir. O dönemde yapılarının genel görünümüyle olsun, sabahlara dek açık pastaneleriyle olsun, sinemaları, tiyatroları, gazinodaki küçük kadın orkestralarıyla olsun, o cadde iki dünya savaşı arasındaki insanlara batının bir simgesi olarak göründü. Art arda sanatçı kuşakları orada, kentin başka kesitlerinde bulamadıkları bir özgürlüğü topluca yaşamak olanağı buldular. O dönemin batı özlemi içinde olan aydın kişisi Taksim’den Tünel’e dek uzayan caddeyi özleminin ekseni saydı. Denilebilir ki bu kolayca, bir tramvay parasına Avrupa’da yaşamanın bir çaresiydi .

Sabahattin Kudret AKSAL

“Anı (Hatıra)” sayfasına dön! «|