Natüralizm / Doğalcılık
Tarih: 16 Temmuz 2014 | Bölüm: Edebi Akımlar | Yorumlar: Yorum yok.
Natüralizm edebiyat akımı, Darvinci tabiat anlayışının ilke ve yöntemlerini edebiyata uygulanmasıyla gelişmiştir. Edebiyatta gerçekçiliği oldukça ileriye götürmüşlerdir. Gerçekleri ahlaki yargılardan seçici bir bakıştan uzak bir tutum ve tam bir bağlılıkla anlatmayı amaçlamışlardır. Doğallık, bilimsel belirlenimciliği benimsemesiyle gerçeklikten ayrılır. İnsanı ahlaki ve akli nitelikleriyle değl, tesadüfi ve fizyolojik özellikleriyle ele alır. Çevrenin ve kalıtımın ürünü olan bireyler, dıştan gelen sosyal ve ekonomik baskılar altında ezilir, içten gelen güçlü içgüdüsel dürtülerle davranırlar. Hippolyte Taine, Goncourt Kardeşler, Emile Zola, Guy De Maupassanti Huysmans, Leon Hennique, Henry Ceard, Paul Alexis, Alphonse Daudet gibi temsilcileri bulunmaktadır.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında etkili olmuştur. Doğa bilimlerinin, özellikle de Darwinci doğa anlayışının ilke ve yöntemlerinin edebiyata uyarlanmasıyla gelişmiştir. Edebiyatta gerçekçilik geleneğini daha da ileri götüren doğalcılar, gerçekleri ahlaksal yargılardan, seçici bir bakıştan uzak bir tutum ve tam bir bağlılıkla anlatmayı amaçlar. Doğalcılık, bilimsel belirlenimciliği benimsemesiyle gerçekçilikten ayrılır. Doğalcı yazarlar, insanı ahlaksal ve akılsal nitelikleriyle değil, rastlantısal ve fizyolojik özellileriyle ele alır. Doğalcı yaklaşıma göre, çevrenin ve kalıtımın ürünü olan bireyler, dıştan gelen toplumsal ve ekonomik baskılar altında ezilir, içten gelen güçlü içgüdüsel dürtülerle davranırlar. Yazgılarını belirleyebilme gücünden yoksun oldukları için yaptıklarından sorumlu değillerdir.
Doğalcılığın kuramsal temelini Hippolyte Taine’in Historei de la Litterature Anglaise (İngiliz edebiyatı tarihi) adlı eseri oluşturur. İlk doğalcı roman Goncourt Kardeşler’in bir hizmetçi kızın yaşamını konu alan Germinie Lacarteux adlı yapıtıdır. Ama Emile Zola’nın Le Roman Experimental (Deneysel Roman) adlı eseri akımın edebi bildirgesi sayılır. Zola’nın yanısıra Guy de Maupassant, J. K. Huysmans, Leon Hennique, Henry Ceard, Paul Alexis, Alphonse Daudet doğalcı eserler veren yazarlardır.
Altay Dilleri Teorisi
Tarih: 16 Temmuz 2014 | Bölüm: Türk Dilleri Ailesi | Yorumlar: Yorum yok.
19. yüzyıl sonlarında dil araştırmalarında tenkidi metod kullanılmaya; akrabalıkların ispatı için ses özellikleri, şekil yapısı, cümle yapısı, kelime hazinesi göz önüne alınmaya başlanılınca Ural-Altay Dil Grubu içinde yer alan dillerin akrabalığı görüşü sarsılmış ve Ural dilleri ile Altay dilleri ayrı ayrı incelenmeye başlanmıştır. Bu sonucun ortaya çıkmasında, bu dillerle ilgili belgelerin, özellikle Türkçenin eski belgelerinin yeni yen) ortaya çıkması; böylece mukayese için canlı dil malzemesinin yanında daha eski dönemlere ait malzemenin kullanılma imkânının da doğmuş olması etkili olmuştur. Bugün Ural dilleri konusundaki araştırmaların çok daha ileri bu durumda olduğu ve bu dillerin akrabalığının kesinleştiği söylenebilir. Altay grubuna mensup diller için de yüzyılımızın başından beri araştırmalar git gide artarak devam etmiştir.
Altay Dilleri Teorisi, Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Korece ve Japoncanın bir anadilden geldiği görüşünü savunan bir teoridir. Başlangıçta ya yazı dillerine ait yetersiz sayıda malzemeye dayalı olarak yapılan mukayeseler, 19. yüzyılın ortalarından itibaren Castren ve sonraki Altayistler tarafından konuşma dilinden derlenen malzemeler üzerinde de yapılmış ve Altay dillerinin araştırılması hız kazanmıştır. 19. yüzyılın sonlarında Türkoloji sahasındaki yetti buluşlar (Orhun Abidelerinin okunuşu, Uygur belgelerinin ve Divan-ü Lügatit Türk’ün ele geçirilmesi) da bu çalışmalara hız kazandırmıştır. 19. yüzyıl sonlarına doğru Türk, Moğol ve Mançu-Tunguz dillerinin gramerleri ve mukayese çalışmaları tamamlanarak bu diller arasındaki akrabalık ispatlanmıştır. Genel dilbilgisinin ilke ve yöntemleri ile yapılan değerlendirmeler sonunda çeşitli benzerlikler, ses denklikleri, ortak ekler ve kelime birlikleri tespit edilmiştir. Yüzyılımızdaki çalışmalarla Altay dil grubuna önce Korece ve daha sonra da Japoncanın dahil olduğu anlaşılmıştır.
Altay dilleri ile ilgili çok değerli çalışmaların sahibi olan Finlandiyalı Gustaf John Ramstedt (1873-1950) Altay Dilleri Teorisinin, gerçek kurucusu sayılır. Türkçe ile Moğolca arasındaki ses denklikleri ile ilgili çalışmalar onunla başlar. 1905 yılında Macar Zoltan Gomboez “Zur Lautgeschichte der Altaİscbcn Sprachen” adlı yazısında daha önce Schott ve Anton Boller tarafından ortaya konan Moğol ve Mançu dillerinde c-, d-, n-, ñ- denkliğini sistemleştirmiştir. Daha sonra Nicholas Poppe (1897-1991) “Altaisch und Urtürkisch” (1926) adlı yazısında Ana Altayca d-, c-, y-, n-, ñ- Moğolca d-, e-, y~, n- Ana Türkçe y- denkliği şeklinde, Altay dilleri kapsamında bir sistem haline getirmiştir.
Sembolizm / Simgecilik
Tarih: 16 Temmuz 2014 | Bölüm: Edebi Akımlar | Yorumlar: 1 Yorum var.
Sembozlim edebiyat akımı, 19. yy’ın sonlarında Fransa’da ortaya çıkmıştır. Duygusal hayatın dolaysız bir anlatım yerine, simgelerle yüklü ve kapalı bir dille anlatmayı amaçlar. Geleneksel Fransız şiirini hem teknik hem de tema açısından belirleyen katı kurallara bir tepki olarak başlamıştır. Şiiri açıklayıcı işlevinden ve kalıplaşmış hitabetten kurtarmayı, şiirle insan hayatındaki anlık ve geçici duyguları betimlemeye çalışmıştır. Dile getirilmesi güç sezgi ve izlenimleri canlandırmaya, şairin ruhsal durumunu ve gerçekliğini belirsiz ve karmaşık birliğini dolaylı biçimde anlatacak özgür ve kişisel eğretileme ve imgeler aracılığıyla varoluşun gizemini aktarmaya çalıştılar. Charles Baudelaire, Stephane Mallarme, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Jules Laforgue, Henry de Regnier, Rene Ghil, Gustave Kahn, Emile Verhaeren, Stuart Merrill gibi sanatçılar öncülüğünde gelişmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısında parnasizme tepki olarak ortaya çıkmış bir akımdır. Parnasyenler insan duygularına, izlenimlere önem vermiyorlardı Onalr için önemli olan gerçekti, düşüncelerdi. Sembolistler bu anlayışa karşı çıkmış, duygusallığa, insanın iç dünyasına yönelmişlerdir. Onalra göre somut varlıklar, dış dünya ile insanın duyuları arasında köprü kurmaya yarayan birer simgedir. Çünkü dış gerçek ancak insanın algılayış biçimiyle var olur. Yani insan onu nasıl algılıyorsa öyle değerlendirilir. Sembolistler, semboller aracılığıyla dış çevrenin insan üzerindeki etkilerini ve izlenimlerini anlatmışlardır.
Şiiri sessiz bir şarkı olarak tanımlamışlar ve müziği şiirin amacı durumuna getirmişlerdir. Onlara göre şiir düşüncelere değil duygulara seslenmelidir; çünkü şiir bir şey anlatmak için yazılmaz. Şiirde anlam kapalı olmalıdır ve herkes kendince yorum getirebilmelidir. Sözcüğün anlam değerinden çok müzikal değeri önemlidir. Anlam kapanıklığı ve farklı çağrışımlar yaratabilme amacı, bol bol mecaz ve istiarelerin kullanılmasına yol açmış, dolayısıyla dil de ağırlaşmıştır. Gerçeklerden kaçma, hayale sığınma, çirkinlikleri hayal yardımıyla güzelleştirme, bunlara bağlı olarak ortaya çıkan karamsarlık, sembolizmin en belirgin özelliklerindendir.
Empresyonizm / İzlenimcilik
Tarih: 15 Temmuz 2014 | Bölüm: Edebi Akımlar | Yorumlar: 2 Yorum var.
Empresyonizm, yani izlenimcilik edebiyat akımı 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da resim alanında görülmüş, daha sonra edebiyat ve müzikte de etkili olmuş bir akımdır. Sembolizmle birlikte gerçeküstücülüğü (sürrealizm) hazırlayan bir akım niteliğindedir. İzlenimcilik olarak da adlandırılan bu akımda sanatçılar, çevresindeki varlıkları değil, bunların kendilerinde bıraktığı izlenimleri aktarır. İzlenimcilik veya empresyonizm, 19. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan ve bütün sanat dallarını, özellikle resmi etkileyen akım. Doğadaki unsurların kişinin içinde oluşturduğu izlenimleri, duygusal izleri yansıtmayı hedefler. Bu akım içerisinde yer alan sanatçılar, doğayı objektif bir gerçek olarak değil, kendilerinde yarattığı izlenimi resme (veya edebi esere) aktarırlar.
Resimde izlenimcilik, özellikle ışık ve renkten kaynaklanan görsel izlenimleri yansıtmayı hedefler. Resmedilen nesnelere veya olaydan çok günün belirli bir zamanına özgü ışığın sanatçı üzerinde yarattığı izlenimlere önem verilir. Akımın öncüleri Claude Monet ve Camille Pissarro‘dur. İzlenimcilere göre sanatçı doğrudan doğruya gerçeği değil, gördüklerinin kendisinde uyandırdığı duygu ve düşünceleri esas almalı, gerçekçiliği ve nesnelliği ikinci plana atarak, kişisel yorumu ön plana çıkarmalıdır.
İzlenimcilikte, yorumlar ve izlenimler, sanatçıdan sanatçıya değiştiği ve her sanatçı eserinde kendinde oluşan duyguyu ve izlenimi anlatacağı için, meydana getirilen edebî eser, yazarın veya şairin kişiliğine dair izler taşır. Bu akıma mensup sanatçılar genellikle hayale ve soyut betimlemelere yer verirler ve kendilerini dış dünyanın etkilerinden uzak tutarlar. Onlara göre dış alemdeki varlık ve nesneler göründükleri gibi değil, hayal güçlerinde canlandırdıkları gibidir. Bu sebepten dolayı da gerçeği göründüğü gibi ele almayıp duygusal yönlendirmelerin eşliğinde eserlerine işlemişlerdir.