Osmanlı Devletinin Dönemleri
Tarih: 14 Ağustos 2011 | Bölüm: Tarih ve Kültür | Yorumlar: 1 Yorum var.
İnsanoğlu, evrendeki milyonlarca karmaşık olayı, zihninde geliştirdiği birtakım çerçeve ve ör neğe göre biraraya getirip manalandırmak ihtiyacındadır. Bulutlara bakıp onları zihnindeki belli şekillere benzeten bir kimsenin fantezisi gibi. İnsanoğlu, zaman ve mekân oluşumu içinde iz bırakmış milyonlarca toplumsal olayı da, aynı biçimde belli çerçeveler içine koyup manalandırmayı ve kavramayı dener. Toplum birimi, aile, kabile, kavim, devlet, millet ve nihayet tüm insanlık olabilir. Olaylar yığınına, kafasındaki örnek ve çerçevelere göre bir şekil ve anlam vermeye çalışır. Geçmişteki olayları biraraya getirip manalandıran bu çerçeveler, tarih dönemleri şeklinde bir görünüşe bürünür. Bu çerçeveleri, onun fantazileri, hayat görüşü, içinde yaşadığı toplum biriminin inanç ve beklentileri yahut da belli bir sosyolojik formül/teori şekillendirir. Geçmişi kadrolayan bu çerçeveler kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir; belli bir tarih görüşü ve önümüze belli bir tarihî tablo koyar. Derin değişim noktalarının tespitini de, önceden edinilmiş inançlar belirler. Bir kelime ile, tarihte yorum ve önerilen dönemler, çocuğun bulutları şekillendiren bakışından pek de farklı değildir. İnsanlık tarihine bir yorum, nesnel (objektif) bir metodoloji getirme çabası, Vico, Hegel, Spengler, Dilthey, Toynbee ve Braudel gibi birçok büyük düşünür ve tarihçiyi uğraştırmıştır. Temel sorun şudur. Acaba tarihi olaylar yığınına nesnel bir çerçeve vermekte birtakım nesnel (objektif) ölçütleri esas almak, böylece olabildiğince bir nesnel tarihe varmak mümkün müdür?
Dönemlerin hareket noktası kökten değişim tarihlerinin tespitinde ölçütlerimiz; bir myth (efsane), bir dinî sistem veya grup dayanışımı yahut belli siyasi bir ideoloji olabilir. Yahut o tarih, kendi iç gelişimi bakımından veya dünya tarihi çerçevesinde ele alınabilir. Bir toplumu her yönüyle şekillendiren, ona dayanışım prensibini, tüm hareket ve yaratıcılığını veren temel öge veya ögeleri tespit etmeden değişme noktalarını tanımak güçtür. Osmanlı tarihinde İslam ve gaza prensibi böyle bir işlev görüyordu. Son kez Fransız Annales mektebinin bazı nesnel ölçütlere (coğrafî koşullar, nüfusta, ekonomide değişmeler) göre nesnel bir gelişim yorumu ve dönemler tespiti önerisi tarihçilerce kabul görmüştür. Fernand Braudel’in uzun süreç (longue durée) teorisi, böyle bir yaklaşımın meyvesidir. Braudel her toplumun üç-dört kuşak içinde yapısal değişikliğe uğrayabileceği varsayımından yola çıkar. Ama bu yaklaşım da tarihi gelişimi anlamak için yetersiz görülmüştür. Bu yaklaşım, insan iradesini ve zihniyetini (mentalité) dışarda bırakan, insanlık tarihini tümüyle insan dışında faktörlere indiren abartılı bir mekanik determinizm içermiyor mu? Öbür yandan Annales mektebinin etkisiyle gerçek tarihin, devletler tarihi olmaktan ziyade toplumlar tarihi, halk kitlelerinin yaşam tarihi olması gerektiği görüşü ağır basmış, toplum içinde insanı ele almış, ve sonuçta sosyolojik kavramlar gittikçe daha çok tarih araştırmalarına yön vermeye başlamıştır. Türkiye’de, özellikle F. Köprülü, Ö. L. Barkan ve başkalarının çığır açan faaliyetiyle böyle bir doğrultuda son yarım yüzyılda büyük mesafe alınmıştır. Bu üretgencilikte muazzam arşiv olanaklarının katkısı büyüktür. Biz, aşağıda iç dinamikleri esas alan bir gelişim ve dönemler denemesi sunmak çabasındayız.
Türk Ahşap (Ağaç) Sanatı
Tarih: 28 Temmuz 2011 | Bölüm: Türk Sanatları, Türk Tarihi - Kültürü | Yorumlar: Yorum yok.
Türk sanatının zenginliğine katkıda bulunan önemli bir dal da, Türkün ince estetik ruhunu en iyi biçimde sergileyen ahşap işçiliğidir. Ahşap kelimesinin aslı, Arapça haşeb (ağaç), (kereste)’den gelen ve onun çoğulu olan ahşâbdır. Mana olarak da; “Herhangi bir imalâtta kullanılmak üzere ağaçtan kesilmiş yapı malzemesi, kereste” anlamına gelir. İnsanoğlunun kovuğunda barındığı, kendisini vahşi hayvanlardan ve tehlikeli dış etkenlerden korumak için ilk barınma mekânı olarak kullandığı ağacı, zamanla günlük hayatta da kullanmaya başlamasıyla mimarlık ve el sanatlarında ahşap işçiliğinin doğması kaçınılmaz olmuştur.
Türklerin milattan önceki asırlardan itibaren ahşabı işlediklerini, Tüekta Kurganı’nda ele geçen M. Ö. IV. yüzyıla ait, ağaçtan eğri kesim tekniğinde oyularak yapılmış kartal arması açıkça göstermektedir. Hun kurganlarından çıkarılan ağaç gövdesinden oyularak yapılmış lahitler üzerinde kazıma yöntemiyle işlenmiş hayvan figürleriyle karşılaşılır. Başadar Kurganı’ndan çıkan lahit üzerindeki, birbirini takip ederek yürür vaziyetteki aslan figürleri, ahşap lahit süslerine iyi bir örnektir. I. Pazırık Kurganı’nda ele geçen buluntular, Türklerin at koşum takımlarında deri ile birlikte ahşabı da süsleme unsuru olarak kullandıklarını ortaya koymaktadır. Benzer at koşum takımlarına III. ve IV. Pazırık Kurganlarında da, çeşitli hayvan figürlerinin eğri kesim tekniğinde ahşaba işlenmiş biçimiyle karşılaşmaktayız. Kısaca değinildiği gibi Pazırık kazılarında ele geçen çeşitli parçalar, Orta-Asya Türklerinin çok eski tarihlerden beri ahşapla ilgilendiğini göstermektedir. Çoğu Hunlara ait bu örnekler Leningrad Ermitaj Müzesi’nde teşhir edilmektedir.
Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da, her alanda olduğu gibi ahşap işçilikte de Orta Asya’dan kalan sanat geleneklerini devam ettirmişlerdir. Bunun en güzel ve en zengin örneklerini Anadolu Selçuklu sanatında tespit edebilmek mümkündür. Anadolu Selçukluları ahşabı, mimaride yapı malzemesi olarak kullandıkları gibi, ahşaptan minber, kürsü, rahle, Kur’an mahfazası, çekmece, sanduka ve ince işçilikli başka el sanatları meydana getirmişlerdir.