Arap Alfabesi
Tarih: 2 Ekim 2011 | Bölüm: Alfabeler | Yorumlar: 7 Yorum var.
Arap alfabesi , Osmanlı Devleti dahil, İslam dininin yayıldığı coğrafyada büyük ölçüde benimsenmiş, Latin alfabesinden sonra dünyada yazı dili olarak en çok kullanılan yazı sistemidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1928 yılında Latin alfabesiyle yazı sistemine geçmiştir. Arap alfabesi MS 2-4. yüzyıllar arasında Nebati yazısından gelişmiş olmakla birlikte günümüze ulaşan en eski yazı örnekleri MS 6. yüzyıla (Zebed 512, Harran 568) aittir. Sağdan sola yazılan Arap alfabesinde bulunan 28 ünsüzün, 22 tanesi Sami alfabesinden geçerken şekil değişikliğine uğrayan sesler olup, geri kalan altı ses Arapçaya özgüdür.
Türklerin topluca İslamiyet’i kabulünden, yani 10. asırdan sonra geniş bir sahada bütün Türk-İslam devletleri tarafından kullanıldı. Arap Alfabesi yirmi sekiz harf olmasına rağmen Türklerin kullandığı İslam harfleri otuz bir ile otuz altı harften meydana gelir. Sağdan sola doğru yazılan bu alfabe, bütün Türklüğü kucaklamış ve Türkçe’nin çeşitli lehçelerinde, pekçok kitap, kitabe yazılmıştır. Muazzam ve kesintisiz abidevi eserler bu alfabe ile verildi. Türkiye, İslam alemi ve dünyanın her yerindeki kütüphane ve kitapseverlerin kitaplıklarında İslam harfleriyle yazılmış milyonlarca Türkçe eser mevcuttur. Dünyanın en büyük ve muazzam arşivi, Türk – İslam alfabesiyle yazılan Türkçe evraklarla doludur.
Türk (Latin) Alfabesi
Tarih: 2 Ekim 2011 | Bölüm: Alfabeler | Yorumlar: 8 Yorum var.
Bugün Türkiye Türkçesini yazarken kullandığımız alfabe, aslında yanlış olarak “Latin alfabesi” biçiminde adlandırılmaktadır. Nedeni bu alfabeyi dil devrimi döneminde Latin kökenli batı alfabesini kullanarak oluşturmuş olmamızdır. Osmanlı döneminde kullanılan Arap (Osmanlı) alfabesi, ne yazık ki Türkçenin gerilemesine neden olmuştur. Çünkü Türkçenin ses özelliklerine uygun bir alfabe değildir. Bu nedenle Türkçenin ses yapısına daha uygun bir alfabe olan Latin alfabesi, üzerinde değişiklikler / eklemeler – çıkarmalar yapılarak Türkçeye uyarlanmak istenmiştir. Atatürk’ün öncülüğünde yapılan çalışmalar sonucunda, Türk alfabesi 29 harften oluşan Türk alfabesi meydana getirilmiştir.
Yeni alfabe ile okuma yazma oranı artmış, Türkçe eserlerin sayısında ciddi bir artış olmuş, Türkçenin özleştirilmesi için daha ciddi çalışmalar yapılmaya başlanmış, Türk dili üzerindeki Arapça ve Farsça etkisi azalmaya başlamıştır.
Türk alfabesinde (Latin alfabesi) 29 harf bulunur. Ancak 1990’lı yıllarda toplanan bir uluslararası Türkçe kurultayında Türkiye alfabesine ñ (burun n’si), é (ince e), q, w, x harflerinin de katılması ile oluşacak ortak alfabeden diğer Türk devletlerinin kendi alfabelerini seçmesi karara bağlanmıştır. Bunun ardından Azerbaycan kendi alfabesini 34 harflik bu alfabeden seçip kullanmaya başlamıştır. Ayrıca sesli a, u, ı harflerinin üzerinde yabancı kökenli sözlerde inceltme imi (^) kullanılmaktadır.
Osmanlı Tarihinin Dönemleri – 3
Tarih: 14 Ağustos 2011 | Bölüm: Türk Tarihi - Kültürü | Yorumlar: Yorum yok.
Yeniçeri Ocağı, Kapıkullarının yalnızca bir kesimini oluşturmaktaydı. Daha 14. yüzyılda bile Sultanın kulları sadece merkezdeki askerî gücü değil, fakat aynı zamanda taşradaki tımarlı sipahilerin önemli bir bölümünü de içeriyordu. Saray’da ve taşrada bir süre hizmet gördükten sonra kullar imparatorluğun her köşesine, tımarlı, subaşı, sancak beyi veya beylerbeyleri olarak gönderiliyor, böylece Sultanın siyasî ve icraî otoritesini temsil eden asker-idareciler olarak hizmet görüyorlardı.29 Kulların imparatorluk yönetiminde yaygın şekilde kullanımı, I. Bayezid devrinde başlamıştır. O, Anadolu’da feth ettiği beyliklerde yerli aristokratik aileler yerine kendi kullarını getirmekte idi. II. Mehmed, en yüksek siyasi-idari mevki olan veziriâzamlığı, Çandarlı ailesi yerine kendi kullarına bahşettiğinde kul sistemi tamamlanmış oldu. Kısacası, sultanın merkezî ve mutlak otoritesinin güçlenmesi, kul sisteminin gelişmesiyle el ele gitti. Böylece devlet idaresinde yeni bir dengeye veya döneme ulaşılmış oldu. Osmanlı Sultanının öteki Müslüman hükümdarlar üzerindeki üstünlük sebeplerini sıralarken Kemalpaşazâde, Osmanlı sultanlarının kulları sayesinde emirlerini her yerde kesinlikle uygulamaya muktedir olduğunu vurgular. Eyalet idaresine atanan hiçbir kul, halk üzerinde imtiyazlı bir mevkie ulaşma ve başkaldırma imkânını bulamazdı.
Osmanlı sultanları, özellikle I. Bayezid ve II. Mehmed döneminde tüm bölgelerde yerel hanedanları ve feodal beyleri ortadan kaldırmaya ve bütün yerel ayrıcalıkları bertaraf etmeye özen gösterdiler.30 Balkanlar’da, küçük prens ve senyörler ortadan kaldırılmış veya Osmanlı timar kadrolarına alınmıştı.
Balkan köylüsü kendilerini koruyamayan eski efendileriyle artık işbirliği yapmıyor, zimmî statüsü içerisinde Osmanlı tebaası olarak devletin himayesi altına girmiş bulunuyordu. Daha önceki askerî sınıflar ile kilise ve manastırlar da, ellerinde bulundurdukları pronoa ve charistialar üzerindeki haklarını teminat altına alan, yeni merkezileşmiş sisteme bağlanmayı daha güvenli buldular. Özetle, merkezî Osmanlı hükümeti, eski Bizans imparatorluk geleneklerini canlandırdıkları Balkanlar’da, bir iktidar ve güven kaynağı olarak hareket ediyordu. Anadolu’dan koşup gelerek ganimet arıyan gaziler, ulema ve toprağa aç köylüler, sürekli artan sayılarda bu güvenilir imparatorluğun hizmetine girmek için Avrupa’da feth edilen topraklara göç etmekte idiler. Bunun yanında, devleti sık sık iç savaşa sürükliyen ve halkı bezdiren saltanat müddeilerini bertaraf etmek için de, zalim fakat zorunlu bir çözüm bulundu. II. Mehmed, kardeş katli geleneğini kanunnâmesine bir madde olarak koydu. Çok sonra 16. yüzyıl sonlarında şehzadelerin sancağa vali gönderilmesi âdeti de kaldırıldı. Böylece mutlak merkezî otoritenin sürekliliği yolunda kesin adımlar atılmış oldu. Hükümranlığın yönetici ailenin bütün bireylerine ortaklaşa ait olduğu eski Türk geleneğine bu suretle son verilmiş, kadim Doğu’nun tek mutlak hükümdarın şahsında temsil edilen bölünmez ve kutsal otorite fikri benimsenmiş oldu.31 Şehzadeler arasında, yıkıcı iç savaşlar dönemi böylece kaldırılmış, yeni bir denge ve düzen yerleşmiş oldu.
Osmanlı Devletinin Dönemleri – 2
Tarih: 14 Ağustos 2011 | Bölüm: Türk Tarihi - Kültürü | Yorumlar: Yorum yok.
Belli bir tarih sürecini dönemlere ayırmaya çalışırken, önceden tasarlanmış bir tarih kuramına dayalı katı bir çerçeve gerekmez ve bunun gerçek bir bilimsel metodoloji olmadığı Leopold von Ranke’den beri anlaşılmıştır. Tarihi gelişmeyi, belgelere dayanan inceleme ve olayları sebepler zinciri (causalité) içinde açıklama metodu o zamandan beri tarihçinin atölyesine egemen olmuştur. Biz burada gelişmeyi, devlet ve toplumun denge arıyan faaliyeti ve bu dengeyi bulduğu dönemler şeklinde bir çerçeve ile yorumlamaya çalışacağız. Tarihi süreç başlıca şu temel cepheleriyle ele alınmalıdır. İlk olarak, yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu ve yabancı güçler arasında kurulan değişen denge, sonra imparatorluk içinde hükümdarın değişen siyasi otoritesi sorunu ve bunun imparatorluk içindeki öteki kuvvetler karşısında denge durumu ve nihayet devletin askerî, malî ve toplumsal kurumlarının dayandığı toprak tasarrufu ve işlenmesi sisteminin geçirdiği aşamalar açısından incelemek gerektiğine inanıyoruz (Çift-hane). Bu bize tarihi realiteye en yakın yorumlama biçimi olarak görünmektedir.
Cihad veya gazâ, yani İslâmî Kutsal Savaş, 17. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı Devleti’nin dinamik hareket ilkesi olarak devam etmiştir. 1354 itibariyle İznikli Müslümanlar, esirleri olan Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas ile tartışmalarında, Hıristiyan Batı’nın istilâsının kaçınılmaz olduğundan bahsetmekteydiler13 ve 1333’e kadar inen erken bir tarihten itibaren Bizans imparatorları, Osmanlı tehlikesine karşı Kiliselerin Birliğini önererek yardım için papaya başvurmaya başladılar. Bununla birlikte, gazânın sadece Bizans İmparatorluğu ile Balkan ülkelerini kaygılandırmaktan çıkıp bir Avrupa sorunu haline gelişi, ancak I. Bayezid (1389-1402) zamanında gerçekleşmiştir. Osmanlıların 1393 ile 1396 arasındaki yıllarda, bir doğrultuda Adriyatik ve Mora’ya, öbür yandan Tuna kıyılarına ulaşmasından sonradır ki, Macaristan ve Venedik kesin bir kararla eyleme geçmiş ve bir Haçlı seferi için Batı Hıristiyan dünyasını harekete geçirebilmiştir.16 Buradaki gerçek sorun, bir yanda Macaristan ve Venedik, öte yanda bu devletlerle Osmanlı İmparatorluğu arasında Konstantinopolis ve Balkanlar’a kimin sahip olacağı sorunu idi; siyasi bir güç karşılaşması idi. Gaza siyasetinin en yüksek noktasını II. Mehmed temsil etmiş ve sorunu Osmanlılar lehine çözümle bir dengeye ulaştırmıştır. Bununla beraber, Fâtih, Akdeniz’in ve Orta Avrupa’nın kapıları sayılan Rodos ve Belgrad’da durdurulmuştur. Osmanlı için gazâ ve yayılma (buna Osmanlı emperyalizmi de deniyor) devlet, asker ve halk için kaçınılmaz bir hareket, yaşam ve denge prensibi idi.
Batı’ya yayılma politikasını ele alan Süleyman (1520-1566), 1521’de Belgrad’ın ve 1522’de de Rodos’un fethiyle Doğu-Batı ilişkilerinde yeni bir aşamayı gerçekleştirdi. Bu dönemde Osmanlıların cihada karşı tavrında, daha doğrusu devletin yapısında önemli bir değişiklik meydana gelmiştir. Osmanlı Devleti, artık İslâm dünyasının sınırlarında gazilerin bir uç devleti değildir: Şimdi o Müslüman dünyasının tarihî ülkelerini, Mekke ve Medine dahil Arap ülkelerini sınırları içine katmış, gerçekte İslâmî bir Hilâfet haline gelmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Memluk Sultanına gönderdiği mektupta güçlü Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) dahi, Memluk Sultanının ‘haccın ifasını kolaylaştırmak’ üzere Mekke’nin koruyucusu sıfatını tanımış, kendisi için gazayı ve gazileri desteklemek görevine sahip çıkmıştı.