Kız Kalesi Efsanesi / Saim Sakaoğlu
Tarih: 27 Nisan 2012 | Bölüm: Yazım Kuralları | Yorumlar: 60 Yorum var.
Kız Kalesi efsanesi, Mersin‘deki Kızkalesi’nde yaşanmış veya ortaya çıkmış olmakla birlikte, farklı anlatılışları bulunan bir efsanedir. Kız Kalesi efsanesinin farklı anlatıma sahip şekline “buradan” ulaşabilirsiniz. Ayrıca Kız Kulesi efsanesine de “buradan” ulaşabilirsiniz.
Yurdumuzda pek çok Kız Kalesi vardır. Bunların hepsinin, hemen hemen birbirini hatırlatan hikâyeleri halk arasında nesilden nesile anlatılagelmektedir. Bunlardan biri de Silifke sahillerinde, kıyıdan birkaç yüz metre uzaktadır. Uzaktan bakıldığı zaman deniz içindeki heybetli duruşu ile dikkatleri üzerine çeken bu Kale’nin şöyle bir hikâyesi anlatılır.
Vaktiyle bugünkü İçel ilimizin bulunduğu bölgede hâkim olan bir Bey varmış. Bu Bey’in bir kızı olur. Baba da devrin âdetine uyarak kızını bir kâhine götürür ve onun geleceği hakkında bilgi edinmek ister. Kâhin, kızın on dokuz yaşına girince bir yılan tarafından sokulmak suretiyle öleceğini söyler. Buna çok üzülen baba derin derin düşünmeye başlar. Ne yapsa da kızını bu kötü gelecekten kurtarsa diye. özlü sözler
Bey’in aklına güzel bir fikir gelir. Denizin ortasına bir kale yaptıracaktır. Kızını da oraya yerleştirecektir. Yılan sudan geçemeyeceğine göre de kızı kurtulacaktır. Hemen bu fikrin gerçekleşmesi için planlar hazırlar ve bugünkü Kız Kalesi’nin bulunduğu yerde binanın yapılmasına başlanır. Aradan günler, aylar, yıllar geçer; sonunda Bey’in istediği kale ortaya çıkar. Artık kızını daima orada oturmakta, karşı tarafa hiç geçirtmemektedir.
Türk Efsaneleri
Tarih: 8 Ekim 2011 | Bölüm: Efsane | Yorumlar: 11 Yorum var.
Efsane Nedir? – Özellikleri / Tarihsel Gelişimi
Tarih: 8 Ekim 2011 | Bölüm: Efsane | Yorumlar: 14 Yorum var.
Çok eski çağlardan beri söylenegelen, kaynağı ve ilk söyleyeni belli olmadığı hâlde yüzyıllar boyunca halkın benimseyerek sonraki kuşaklara aktardığı; genellikle olağanüstü olayları, kişileri ve konuları işleyen kurmaca –yani hayal ürünü olan– öykülere “efsane” denilmektedir. Bu tanım, efsanenin özelliklerini de içinde barındıran, kapsamlı bir tanımdır. Tanımdan anlaşıldığı üzere, sözlü edebiyat ürünü olan efsanelerin kaynağı belli değildir ve dilden dile aktarılarak bugüne kadar gelmişlerdir. Efsanelerin en belirgin özelliği, hayal ürünü (kurmaca) olmaları ve olağanüstü (gerçek dışı) konu ve kişileri içermeleridir.
İnsanoğlunun tarih sahnesinde göründüğü ilk devirlerden itibaren ayrı coğrafya, muhit veya kavimler arasında doğup gelişen; zamanla inanç, âdet, anane ve merasimlerin teşekkülünde az çok rolü olan bir çeşit masallar vardır. Sözlü gelenekte yaşayan bu anonim masallara dilimizde Türkçe: «Söylence»; Arapça: «Ustüre» (cem’i: esatir); Farsça: «Fesâne, efsâne»; Yunanca : «Mitos, mit» kelimeleri ad olarak verilmiştir.
Bir doğa olayının bir varlığın meydana gelişinin, doğa elemanlarından birinde olan bir değişikliğin doğa üstü özellikler gösteren kişilerin hayatlarının, halk hafızasında ve hayalinde yaşayan biçimiyle belli bir yere ya da bir olaya bağlanarak olağanüstü olaylarla süslenip anlatıldığı hikayelere efsane denir. Efsane, gerçek veya hayali belirli kişi, olay veya yer hakkında anlatılan bir hikayedir. Bir efsaneye, yakın veya tarihsel geçmişe dayandırılan anlatan ve dinleyen ile ilgili onlar tarafından doğru olduğuna inanılan bir hikaye veya anlatmadır. Bir olayı akıl dışı, olağanüstü yolda gelişmiş gösteren söylentidir.
Karacaoğlan Efsanesi / Türk Efsaneleri
Tarih: 8 Ekim 2011 | Bölüm: Efsane | Yorumlar: 1 Yorum var.
Asıl adı Hasan’mış. Daha bir yaşına basmadan anadan öksüz kalmış. Beş yaşına varmadan da babası Kara İlyas, Kozan derebeyi tarafından askere alınmış. Bir daha da dönmemiş. Böylece küçük Hasan ortalıkta kalakalmış! Anasının “Karaca” diye sevip doyamadığı Hasan’a köyden Serdengeçti Osman Ağa sahip çıkmış. Ona babalık etmiş, büyütmüş. Yaşı on sekize gelince de, köyde kimi kimsesi olmayan dilsiz bir kızla evlendirmek istemiş. Karacoğlan, bu dilsiz kızla evlenmek istememiş. Ama bu düşüncesini çok sert bir adam olan babalığı Osman Ağa’ya da söyleyememiş. Çareyi köyden kaçmakta bulmuş. Düğün hazırlıkları yapılırken köyden kaçmış. Karacoğlan dağlar, tepeler aşmış, nereye gittiğini bilmeden durmadan yürümüş…
Yaşar Kemal’den: “Yola Çıkarken bütün obası başına birikmişti. Gitme demişlerdi. Gurbet elin kahrı zehirden acıdır. Aşıkta olsan gitme. Başında kavak yelleri gelir geçer Obamızı bırakma gitme demişlerdi. Ama dinlememişti. Yareni yoldaşı, sazının sözünün üstüne yok, bırakma bizi demişlerdi fakat onu yolundan döndürememişlerdi… Uçsuz bucaksız ovanın ortasına dikilmiş şimdi bunları düşünüyordu. Kim bilir ne zamandan beri böyle dimdik, kımıldamadan duruyordu. Derken şafağın ucu görünmüştü. Dağlar tepeler aydınlandı. Kuşlar ötmeye başladı. Yürüdü. Yürümekten başka bir şey düşünmüyordu. Gençti. Yüreğinde bir top ışık, bir ateş harmanı, çiçek açmış bir bahar dalı. Yürüyordu. Gün öğle oldu…”
Karacaoğlan Yorgunluktan yürüyemez duruma gelince, ulu bir çam ağacının altına oturmuş. Daha oturur oturmaz da uyumuş. Uykusunda ak sakallı bir dede, Karacoğlan‘a dolu bir tas uzatmış: – İç şunu, iç ki, yorgunluğun ve dargınlığın son bulsun. Dilin bülbül, gönlün şen olsun, demiş. Karacoğlan, tası başına dikip içince kendine gelmiş. Yorgunluğu üstünden gidivermiş. İçinin çalıp söylemek isteğiyle coştuğunu görmüş. Sazını eline alıp yeniden yollara düşmüş… Bir gün Karacaoğlan Aladağlar’da bir Türkmen obasına konuk olmuş. Çalıp söylemiş. Oba halkı Karacoğlan‘ı çok sevmiş: