Atatürk’ün Türk Tarih Tezi
Tarih: 25 Mayıs 2013 | Bölüm: Tarih ve Kültür | Yorumlar: 1 Yorum var.
Atatürk, Avrupalıların, Türkleri sarı ırka bağlamak, yıkıcı ve medenî yetenekten yoksun olarak, medenî eser yaratamamak gibi ilmî kalıplar ileri sürerek ortaya koydukları iddialara inanmıyor, Türk vatanının bizim olduğunu, tarihin bunu ortaya koyacak en büyük manevî destek ve delil olduğunu ileri sürüyordu. Bunun için, önce kütüphane kurmakla işe başladı. Bunu büyük bir anket takip etti. Türkiye’de tarihle uğraşanlar, Türk tarihi ile ilgili kitapları incelemeye memur edildiler.
Tercüme edilen kitaplar, raporlar halinde Atatürk’e sunuldu. Bu çalışmaların ilk ürünü olarak, Türk milletinin cihan tarihindeki yerini ve rolünü belirten “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı eser 1930 yılında bastırıldı. Bir sene sonra da Türk Tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere “Türk Tarih Heyeti” kuruldu (15.4.1931). Atatürk, bu heyete, Türk tarihini belgelere dayanarak yazmalarını, gerçeklerin dışına çıkmamalarını, Türklüğü acuna duyurmalarını söyledikten sonra “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” demiştir.
26.9.1932 tarihinde Ankara’da Türk tarih profesörleri ve öğretmenlerinin katılmasıyla ilk kez Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede bilimsel bakımdan tartışıldı. Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşü olan bu tez şöyledir: “Türk milletinin tarihi şimdiye kadar sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir.” Bu tez ile Türk tarihi, Etiler, Sümerlerden başlatılmakta ve en eski uygarlıkların Türklerden çıktığı ispat edilmektedir.
Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’e kadar bu geniş ve köklü tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde, diğer sosyal ilimlerde olduğu gibi tarih konusunda da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Dolayısıyla, başta aydınlar olmak üzere insanımıza tarih şuuru verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı devletler karşısında bir eziklik, kendine güvensizlik yaratmıştır.
Türk Tarihinde Otağ ve Devlet Sembolü
Tarih: 16 Nisan 2013 | Bölüm: Tarih ve Kültür | Yorumlar: Yorum yok.
Gerçi başlangıçta otağ yani hükümdar çadırı, devletin bir sembolü idi. Bunun için de Çinliler, eski Türk başkentlerini, hep “Otağ” karşılığı olan deyimlerle adlandırmışlardı. Uygur devletinin kuruluşundan az sonra, büyük bir şehir halinde yeni Uygur başkenti de, yükseliyordu. Buna rağmen Uygur kağanının, yine bir “Altın Otağı“, vardı. Tıpkı Osmanlı Türklerinde olduğu gibi.
Yeni başkent, taş binaları ve muhteşem kalesi ile o çağın en gösterişli ve medenî bir şehri haline gelmişti. Bu binaların yapılması işinde, başlangıçta, Çinli ve Soğdlu ustaların kullanıldığı da, anlaşılıyordu. Fakat sonradan Uygurlar, bina yapımında da bilgilerini artırmışlar ve meselâ çin’de kurulan, Mani mabedlerini, bizzat yapmış veya başında durarak yaptırmağa başlamışlardı.
Türk başkenti, “duvarlı şehirlerde”:
840’dan sonra, güneye inen Uygurlar, devlet merkebi olarak Turfan ovasmdakı, Hoço şehrini seçtiler. Türkler bu şehre, “Koça” veya “Hoço” derlerdi. Hoço şehri çok sıcaktı. Fakat Uygurlar’ın da, halâ büyük sürüleri vardı. Bu sebeple “kışlak” olarak Uygurlar, Turfan’daki Hoço şehrinde oturuyorlar ve yazın da Tanrı dağlarının, kuzey eteklerindeki Beş -Balıg’da yaşıyorlardı. Bu sebeple Beş-Balıg, “Yazlık bir başkent“, idi. Fakat devletin bütün idaresi de, bu şehirden yönetiliyordu.
Türk Kültür tarihi bakımından fevkalâde büyük bir öneme sahip olan başkent Beş-Balıg şehri, krater gölleri ile kaplı bir yayla üzerine kurulmuştu. Kaynakların anlattıklarına göre şehir, beş bölüm halinde, bu göller arasına dağılmış olarak, yaygın bir halde bulunuyordu. “Beş-Balıg” yani “Beş-Şehir” denmesinin sebebi de bundan ileri gelirdi. İran kaynakları da bu şehre “Beş-kent” anlamına, “Pencikent” derlerdi.
Türk Devletlerinde Başkentler
Tarih: 13 Nisan 2013 | Bölüm: Tarih ve Kültür | Yorumlar: 4 Yorum var.
Orhun nehrinin kaynaklarını aldığı dağ ve ormanlar, bütün Orta Asya halklarınca, kutlu idiler. Orhun nehri, kaynaklarını, güney-batıdaki dağlardan, alırdı. Bir süre doğuya doğru akan nehir, büyük bir ovanın etrafını çevirerek, kuzeye döner ve aynı yönde, Baykal gölüne kadar uzanırdı.
İşte, daha başlangıçta nehrin etrafını çevirdiği bu ova, Orta Asya’nın hemen hemen bütün büyük imparatorluklarına başkentlik, etmiştir. Türkler, Orhun nehrinin kaynaklarını aldığı dağ ve ormanlara, “Kutlu Ötüken Ormanı“, nehrin çevirdiği ovaya da “Ötüken yeri“, demişlerdi. Kutlu Ötüken ormanlarından çıkan, daha birçok ırmaklar ve çaylar, ovayı yararak doğuya doğru akıyorlar ve Orhun nehrine kavuşarak dökülüyorlardı.
Cengiz Han çağında, bu bölgeye “Kara-Korum” adı verilirdi. Bu çağın tarihçilerine göre, Kara-Korum ovasında otuz çay bulunurmuş. Bu çayların kıyılarında yaşayan insanlardan da, Otuz boy meydana gelmiş. Fakat bir gerçek varsa, her yeni imparatorluk kuruldukça, bu bölgenin soylularının da, değişmiş olduğu idi.
Bütün imparatorlukların başkenti, aynı yerde: Hunlar’ın başkenti “Ejderler şehri“; Göktürkler’in Ötüken’i; Uygurlar’ın, “Ordu-Balıg” ve Avar başkenti; Cengiz imparatorluğunun “Kara-Korum” adlı başkentleri hep bu havza içinde idiler. Bu bölgeyi tutup, kağanlık otağını oraya dikemeyen bir kavim, Orta Asya üzerinde, egemen olma hakkını, elde edemezdi. Göktürk devleti, daha batıda kurulmuştu. Buna rağmen başkentini, hemen buraya taşımağı ihmal edemezdi. Uygurlar’ın ve Cengiz devletinin başkentleri, daha önceleri kuzeyde idiler. Bu devletler kurulunca da, “Hanlık Otağları” hemen bu bölgeye taşınmıştı.
Türklerin Kutsal Zanaatı: “Demircilik”
Tarih: 3 Şubat 2013 | Bölüm: Tarih ve Kültür | Yorumlar: Yorum yok.
Türkler genel olarak köklerini Kurt gibi kudretli hayvanlara bağlamışlardır. Şüphesiz ki başlangıçda demircilik de onlar için kutsal bir iş ve meşgale idi, Biliyoruz ki, Göktürk Devleti‘ni kuran Bumın ve İstemi Kağan’ların kendi kabilelerinin san’atları demircilik idi. Aşağı yukarı bütün Ortaasya’yı ellerinin altında tutan Juan-Juan (Avar) İmparatorluğunun silâhlarını bunlar yapıyorlardı. Fakat Göktürklerin demircilikle ilgili ne gibi törenler yaptıkları ve demirciliğin Göktürk dininde ve an’anesinde nasıl bir yer aldığı hakkında bir bilgimiz yoktur. Kaynaklarda bulunmamasına rağmen Ortaasya halklarında bu gün bile yaşayan bazı inanışlar bu konuda az da olsa bize bir ışık verebilecek durumdadırlar.
Moğol’larda ve Moğolların kuzey bir kolu sayılan Buryat’larda demircilik san’atı yenidir. Demirciliğin, göç eden bir kavim tarafından kendilerine öğretildiği, Buryat efsanelerinde de söylenmektedir. Buryat’ların demir madeni ve demircilik hakkındaki inanışları çok iptidaidir. Onlara göre demirci, bir sihirbazdır. Halbuki eski Yunanistan’da demircilik kutsal bir sanat olarak kabul edilmiştir. Demirciliğe verilen bu kutsallık, Moğollarda olduğu gibi etrafa sıçrayan ve yakıcı kıvılcımlardan dolayı değil; insanoğlunun parlak zekâsı ve yaratıcılığının bir timsâli olduğu için verilmiştir. Bu sebeple Jüpiter ve Hera’nsu oğlu VuUtan (Vulcan), bütün san’atkârların taptıkları ve yaratıcılıkları için yardım istedikleri bir Tanrıdır.
Demircilik artık toplumun vazgeçilemez bir parçası olmuştur, insanoğlu, hayatın her basamağında demirle beraberdir ve demirle yaşar. Demir artık onun için ekmek ve su gibi gerekli bir şeydir. Demircinin de artık, ev yapan bir mimar veya bir kumaşçıdan farkı yoktur. Artık o, bir sihir değil; bir gerçektir. Demirciye sihirbaz olarak saygıya lüzum yoktur. Bu madeni insanlara veren ve onun nasıl işleneceğini gösteren Tanrı ve Tanrılar toplumu herşeyin üstündedir.
Göktürk’lerde de durum, eski Yunanlılarınkinden farklı değildi. Demircilik, onların günlük hayatlarının içinde idi. Bütün kabilenin, işi, gücü ve san’atı demircilikti. Kim kimden korksundu; kim kime hürmet etsindi. Elbet de onlar da eski Yunanlılar gibi, demiri kendilerine verene ve bu madeni işlemek için kendilerini üstün meziyetlerle donatan Tanrılarına minnettar idiler.