Ali Şir Nevai
Tarih: 22 Aralık 2011 | Bölüm: A | Yorumlar: Yorum yok.
Manzum ve mensur eserleriyle sadece Çağatay edebiyatının değil, bütün Türk edebiyatının önde gelen simalarındandır. Özellikle Farsça Dîvân’ı ve Me-câlisü’n-nefâis adlı tezkiresiyle de İran edebiyatında çok üstün bir mevkii vardır. Farsçanın resmî dil olarak hüküm sürdüğü, Fars edebiyatının Molla Câmî ile zirveye ulaştığı ve münevverlerin Farsça yazmayı meziyet saydıkları dönemde, Nevâyî’nin,Türkçenin birçok yönden Farsçadan üstün bir dil olduğunu savunması ve Türkçe ile de yüksek bir edebiyat meydana getirmenin mümkün olduğunu bizzat eserleriyle ispat etmesi, genç şairleri Türkçe yazmaya teşvik ederek Özendirmesi göz önüne alınırsa, kültür ve edebiyat hayatımızdaki yeri ve hizmeti daha iyi anlaşılır.
Nevâî çocukluk döneminden başlayıp hayatının sonuna kadar söylediği ürkçe şiirlerini toplayarak yedi farklı divan meydana getirmiştir. Bunlardan Beâyi’u’l-bidâye, Hüseyn-i Baykara’nın isteği üzerine, Türkçe yazmış olduğu en eski şiirlerini topladığı divanıdır. Nevâdirü’n-nihâye 1476-1486 yılları arasında söylemiş olduğu şiirlerini ihtiva eden ikinci divanıdır. Garâibü’s-sıgar yine Hüseyn-i Baykara’nın şiir yazmada durgunlaştığı sırada Nevâî’ye iki ayrı divan daha tertip ederek bunların sayısını dörde çıkarmasını istemesi üzerine, Nevâî’nin ilk tertiplediği iki divanı ile yirmi yaşına kadar söylediği şiirlerini bir sınıflamaya tabi tutarak oluşturduğu divanıdır. Eser Günay Kut (Alî Şîr Nevâyî, Gara’ibü’s-sıgar [İnceleme-Karşılaştırmalı Metin], Ankara 2003) tarafından yayımlanmıştır.
Nevâdirü’ş-şebâb gençlik dönemlerinde yâni yirmi ile otuz beş yaşları arasında yazdığı şiirleri ihtiva eder. Eser üzerine Metin Karaörs doktora çalışması yapmıştır. Bedâyi’u’l-vasat orta yaşlarda yani otuz beş ile kırk teş yaşları arasında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır. Eser Kaya Türkay tarafının yayımlanmıştır. Fevâidü’l-kiber ömrünün sonuna doğru yazdığı şiirlerden meydana gelmiş olup Önal Kaya tarafından neşredilmiştir. Özellikle son dört divanda yer alan şiirlerin kesin olarak Nevâî’nin zikrettiği dönemlerde yazıldığını söylemek zordur.
Aşık Paşa
Tarih: 20 Aralık 2011 | Bölüm: A | Yorumlar: Yorum yok.
Âşık Paşa, 670/1272’de Kırşehir’de doğmuştur. Asıl adı Ali, mahlası Âşık’tır. Önce Süleymân-ı Kırşehrî’den, daha sonra İlyas Paşa’nın halifelerinden Şeyh Osman’dan ders aldı. Muhlis Paşa’nın vasiyeti üzerine Şeyh Osman, Âşık Paşa’yı kızı ile evlendirdi. Bir süre sonra Anadolu Valisi Timurtaş Paşa’nın veziri oldu. Bazı siyasî olaylara karıştığı için Mısır’a gitti. Amasya’ya geri dönerken Kırşehir’e geldiğinde hastalandı ve orada 733/1332’de vefat etti.
730/1330 yılında yazılan ve yaklaşık 10.592 beyit olan Garîb-nâme, aruzun “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla nazmedilmiş olup on bölümden meydana gelmektedir. Dinî, tasavvufi ve öğretici bir eser olan ve halkı eğitme amacıyla yazılan Garîb-nâme, Anadolu’da Türk tasavvuf edebiyatının en eski ve tesirli eserlerinden biridir. Mesnevî on baba ve her bâb on destana ayrılmıştır. Birinci bâbda vahdet (birlik), ikincide vücut ve ruh, üçüncüde mazi, hâl ve istikbal, dördüncüde dört unsur, beşincide beş duygu, altıncıda yaratılışın altı günü, yedincide yedi kat gök, sekizincide sekiz cennet, dokuzuncuda nefes, onuncuda on mevzu anlatılmaktadır.
Her bâbda bulunan on destanda da babın esas konusuyla ilgili değişik hikâyeler anlatılmakta, bunların başında ve sonunda bazı nasihat ve öğütler verilmektedir. Âşık Paşa bu eserinde sadece derviş ve şeyh olarak değil, aynı zamanda büyük bir din âlimi ve mütefekkir olarak göründüğü için Garîb-nâ-me, devrindeki tasavvuf kültürünün mümessil eseri olmuştur. Eser hem bu hususiyeti hem de sade dili dolayısıyla büyük bir şöhret kazanarak geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmiştir. Tasavvuf ansiklopedisi olarak nitelendirilebilecek olan eserde nasihat üslûbu hâkim olmakla beraber; birçok yerinde temsil yoluyla bazı hikâyeler anlatılmıştır. Bu hikâyeler arasında gerçek hayattan alındığı intibaını verenlere de rastlanmaktadır. Bu yönüyle eser, aynı zamanda önemli bir hayat kitabı hüviyetine sahip görünmektedir. Çünkü halk üzerindeki büyük tesiri dinî ve tasavvuf! bilgilerin yanında, hayat kültürünü de yansıtmasından kaynaklanmaktadır.
Ahmed Fakih
Tarih: 15 Aralık 2011 | Bölüm: A | Yorumlar: Yorum yok.
Fuad Köprülü, Türk Yurdu mecmuasında yayınladığı “Selçukîler Devrinde Anadolu Şâirleri II: Ahmed Fakîh” isimli makalesinde, Anadolu Selçukluları döneminde yaşayan Ahmed Fakîh isimli şairi ve onun Türkçe olarak yazdığı Çerh-nâme isimli kasidesini tanıtmıştır. Köprülü bu makalesinde, Çerh-nâ-me’nm yazarı olan Ahmed Fakîh’in, Menâkıbu’l-ârifin’de geçen ve 618/1221 yılında vefat ettiğinde cenaze namazını Mevlânâ’nın kıldığı belirtilen zat olduğunu ileri sürmüştür. Ancak Menâkıbu’l-ârifin’de verilen bazı bilgilerden hareketle onun XIII. asrın ortalarına kadar yaşadığına hükmetmiştir. Bu tespitine dayanarak da Anadolu’da XIII. asrın ilk yarısından itibaren Türkçe eserler yazıldığı anlaşılmaktadır.
Konya’daki Fakîh Ahmed Türbesi’nin alınlığındaki kitabede “Seyyidü’l-meczubîn” diye vasıflandırılan Fakîh Ahmed’in 618 /1221 yılında vefat ettiği kayıtlıdır. Ahi Evren Şeyh.Nasîruddîn Mahmûd,Sadruddîn-i Konevî’ye yazdığı mektuplarının birinde bu Fakîh Ahmed’den bahsetmiştir. XIII. asrın ikinci yarısında kaleme alınan ve Anadolu’da yazılan ilk menakıbname olan Menâkib-i Şeyh Evlıadııddîn-i Kirmanı adlı eserde anlatılan kırk altıncı hikâyede, Hak dostlarından olduğu belirtilip hayret makamında bulunduğu kaydedilerek Fakîh Ahmed’den söz edilmiştir.
Mikâil Bayram, 1983 yılında İstanbul’da düzenlenen Türkoloji Kongre -si’nde sunduğu “XIII. Asırda Yaşayan Fakih Ahmed’ler” isimli bildiride, bahsedilen Fakîh Ahmed’in bütün kaynaklarda “meczûb” ve “mecnûn” bir derviş olarak geçtiğini, böyle “meczûb” ve “delişmen” bir dervişin düzenli ve mürettep bir eser yazmış olamayacağını savunur. Daha sonra 651/1253 yılında düzenlenen Celâlüddîn Karatay Medresesi Vakfiyesi’ne imza koyan ve Konya Sedirler Mahallesindeki Şeyh-i Aliman adına inşa edilen türbe kitabesinde adı geçen başka bir Fakîh Ahmed’in yaşadığını, Eflâkî’nin bu asırda Konya’da yaşayan iki ayrı Fakîh Ahmed’den habersiz olduğu için bu zat hakkındaki bilgileri 618/1221 yılında ölen Hâce Fakîh Ahmed’e izafe ettiğini ve bu Fakîh Ahmed’in 651/1253 yılından sonra, Mevlânâ’dan önce öldüğünü ifade eder.
Ahmet Yesevi / Divan-ı Hikmet
Tarih: 6 Aralık 2011 | Bölüm: A | Yorumlar: 1 Yorum var.
Sayram’da doğup Yesi’de yaşayan, geniş halk kitlelerine ulaşmak için sanat-kârane kaleme aldığı “hikmet” adı verilen şiirlerinde, o günkü Türkçenin imkânları ile Kur’an emirlerini ve hadislerin muhtevalarını işleyen Dîvân-ı Hikmet müellifi ve Türk milletinin manevî mürşidi Ahmed-i Yesevî (öl. 1166) de bu dönemde yaşamıştır. Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden olan ve Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen Şeyh İbrahim’in oğludur. Annesi, Şeyh İbrahim’in halifelerinden Mûsâ Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur.
Şeyh İbrahim’in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Ahmed Yesevî, önce annesini sonra babasını kaybetti. Kısa bir müddet sonra Gevher Şehnaz isimli kardeşini de yanına alarak Yesi’ye gitti ve oraya yerleşti. Tahsiline Yesi’de başladı. Küçük yaşına rağmen birtakım tecellîlere mazhar olması, beklenmeyen fevkalâdelikler göstermesi ile çevresinde dikkati çekti.
Menkıbelere göre yedi yaşında Hızır’ın delâletine nail oldu. Yesi’de Arslan Baba’ya intisap ederek ondan feyz aldı. Arslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’ya gitti. Burada Şeyh Yûsuf el-He-medânî’ye intisap ederek onun irşat ve terbiyesi altına girdi. Yûsuf el-Hemedâ-nî’nin ölümü üzerine irşat mevkiine önce Abdullah-ı Berkî, onun ölümüyle Ha-san-ı Endakî geçti. 1160 yılında onun ölümüyle irşat postuna Ahmed-i Yesevî geçti. Bir müddet sonra, vaktiyle şeyhi Yûsuf el-Hemedânî’nin verdiği bir işaret üzerine irşat makamını Şeyh Abdulhâlik-i Gucdüvânî’ye bırakarak Yesî’ye döndü. Ölene kadar burada irşada devam etti.
Ahmed-i Yesevî, Yesevîliğin banisi olup Taşkent ve Sırderya yöresinde. Seyhunun ötesindeki bozkırlarda göçebe Türkler arasında İslâm’ın esaslarını, tarikatın adab ve erkanını, hakikat ve marifet bilgisini sevgi ve aşkla öğretmeye çalışmıştır. Hatta göndermiş olduğu müritlerle Hindistan ve Anadolu coğrafyasında da etkisini göstermiştir. Nitekim Cengiz istilasıyla Yesevî tarikatı mensubu derviş ve sair meslek erbabı kişilerin, Harezm, Horasan, Azerbaycan ve Anadolu’ya gelip değişik adlarla tarikat faaliyetlerini sürdürdükleri bilinmektedir. XIII. asrın başlarında Anadolu’ya gelen Yesevî şeyh ve dervişleri özellikle bugünkü Kırşehir, Yozgat, Sivas, Amasya ve Tokat havalisinde kurdukları yeni zaviyelerinde, Orta Asya’dan getirdikleri Ahmed-i Yesevî ile ilgili bütün gelenekleri yeni müritlerine aktarmaya başlamışlardır. Böylece Anadolu’nun Anayurt Orta Asya Türk kültürü ile pekişip güçlenmesine katkıda bulunmuşlardır.