Konuşma Dili
Tarih: 30 Ağustos 2011 | Bölüm: Dil Bilimi | Yorumlar: 1 Yorum var.
Osmanlı döneminde devlet idarecilerinin dili olduğu için başka dilleri konuşanlarca da öğrenilen Türkçe, konuşma dili olarak doğal gelişmesini sürdürmüştür. Konuşma diline geçen Arapça ve Farsça alıntılar yazı dilindeki biçimleriyle karşılaştırılınca Türkçenin yapısal özelliklerine daha fazla uyum sağlamıştır. Özellikle transkripsiyonlu metinler olarak bilinen Arap alfabesi dışında bir alfabeyle yazılmış eserlerde, batı dillerinde yazılmış Türkçe gramerlerdeki metinlerde ve halk diline yakın eserlerde bu konuşma dilinin örneklerini bulmak mümkündür (bk. Guzev 1990, Strauss 2000). Ancak bu dönemde günümüzdeki standart dil gibi prestijli bir konuşma varyantı; bu varyantı koruyacak ve yaygınlaştıracak eğitim kurumlarıyla iletişim araçları yoktur. Bu nedenle yerel konuşma biçimleri birbirlerini etkilememiştir. Bölgeler üstü bir standart konuşma dilinin olmamasının sonuçlarına dair ilgi çekici gözlemler aktarılmıştır (bk. Karal 1978:61,94).
Meşrutiyetten sonra belli bir sisteme bağlanan sadeleşmede, standart dile İstanbul konuşmasının temel alınması önerilmiş, öneri bazı tartışmalara rağmen kabul görmüştür. Ancak İstanbul Türkçesini bölgeler üstü bir konuşma dili olarak yaygınlaştıracak araçlar yoktur. İlk radyo yayını 1927 yılında başlar, ancak İstanbul Türkçesinin konuşma dili olarak yaygınlaşmasında eğitimin artması, iletişim ve ulaşım imkanlarının gelişmesi, şehirleşmeye bağlı sosyal değişmeler gibi farklı nedenler belli bir rol oynar. En etkin rolü, hiç şüphesiz televizyonun oynadığını söyleyebiliriz.
Standart dile İstanbul Türkçesi esas alınmıştır. Arapça ve Farsça kelimelere Türkçe karşılık bulmak için halk ağzına başvurulmuştur. Ayrıca sade Türkçeyi korudukları düşüncesiyle Birinci Türk Dili Kurultayı’na Adana ve Balıkesir’den köylülerde davet edilmiştir.
Dil ve Düşünce İlişkisi
Tarih: 27 Ağustos 2011 | Bölüm: Dil Bilimi | Yorumlar: 6 Yorum var.
İnsanları diğer canlılardan ayıran özelliklerden biri de düşünme yetisine sahip olmalarıdır. Bilinçli olarak gerçekleştirilen fikir uğraşısı olan düşünce dille ifade edilir. Dil böylece düşüncenin aktarıcısıdır. Düşünce aktarımı dil dışında başka araçlarla da gerçekleşir: resim, müzik, heykel, davranış vb. Ancak dil, bunlar arasında en işlevsel olanı, insan zihnine en fazla hareket alanı bırakanıdır. Dil dışında hiçbir ifade biçimi insana karmaşık ve soyut düşüncelerini dil kadar ayrıntılı olarak ifade etme fırsatı vermez.
Dil-düşünce ilişkisi bilim adamlarının ilgisini çekmiştir. Dil, o dili konuşanların dünya görüşünü ve algılayışını da belirler. Dilin düşünceyi belirlediği yolundaki iddia antropolog dilbilimci Edvvard Sapir ve öğrencisi Lee Whorf’a dayanır. Sapir-Whorf hipotezine göre diller düşünce biçimini de belirler ve buna bağlı olarak bir dilde mevcut olan ayrım başka bir dilde bulunamaz. Tabiatı, ancak dilimizin bize tanıdığı imkanlar ölçüsünde gösterebiliriz. Bu görüşe göre diller farklılaştıkça düşünme biçimleri de farklılaşmaktadır. Dilleri farklı olan her toplumun farklı bir düşünme sistemi vardır. Örnek olarak bir Kuzey Amerika Kızılderili dili olan Hopi’de masa’ytaka kuşun yanısıra uçabilen böcek, uçak, pilot vb. gibi her şeyi göstermek için kullanılır ki bu Türkçe konuşan biri için yadsınacak bir durumdur. Sapir-Whorf-hipotezinden hareketle, toplumların, dillerinin izin verdiği ölçüde dünyayı algıladıkları, dolayısıyla dilleriyle düşünce ve kültürlerini biçimlendirdikleri sonucuna varılabilir.
Dil ve Toplum İlişkisi
Tarih: 27 Ağustos 2011 | Bölüm: Dil Bilimi | Yorumlar: 2 Yorum var.
Her doğal dil bir çeşitler, bir başka ifadeyle varyantlar yığınından ibarettir. Tek biçimli, hiçbir değişkenliğe izin vermeyen bir doğal dil yoktur. Dil meraklıları arasında, hiç değişmeyen bir dil arzusu sıkça görülse de, değişmezlik doğal dillerin yapısına aykırıdır. Doğal dillerdeki çeşitlenme nedenlerinden bazıları toplumla ilgilidir.
Dil ve toplum arasındaki ilişki çok yönlü ve karmaşıktır. Dilin toplumsal bir anlaşma sistemi olması, toplumsal değer yargılarının ve normlarının, bir davranış biçimi olarak dile yansımasına neden olmakta; bireylerin toplumsallaşma sürecinde edindiği birtakım özellikler, o toplumu oluşturan bireylerin dil alışkanlıkları üzerinde belirleyici rol oynamaktadır. Türkçede akrabalık bildiren isimlerin fazla olması, Japoncada saygı ve statü bildiren hitap sözlerinin çok çeşitli ve kendi içinde özel bir sisteme sahip olması, bazı dillerde belli alanların diğerlerine göre daha ayrıntılı adlandırılması, toplumsal yaşamın dile yansımasını gösteren yüzlerce tipik örnekten birkaçıdır. Ancak dil ve toplum arasındaki ilişki her zaman bu derece belirgin ve sistemli olmamakta; sıkça çok yönlü ve değişken olabilmektedir.
Dil ve toplum etkileşimi üzerinde duran toplum dilbilimi çalışmaları, kişilerin X dilini ya da varyantını Y sosyal bağlamında kullandığı temel girdisi üzerinde odaklanmakta ve “kim, kiminle, hangi bağlamda, hangi varyantı konuşuyor” gibi sorulan çalışmalarının merkezine yerleştirmektedir. Bu dil ya da varyant kullanımı üzerinde, bireylerin toplumsal statüleri, sosyal ve kültürel arka planları, yaşı, cinsiyeti, mesleği, dâhil olduğu sosyal gruplar, sosyal mesafe ve güç gibi birçok toplumsal faktör etkilidir. Bireylerin kullandığı dil varyantlarının toplamı dil topluluğunun sözlü repertuvarını oluşturmaktadır. Belli bir durumda bu sözlü repertuvardan neyin kullanılacağı sosyal faktörlere göre değişebilmektedir. Dil kullanımını etkileyen ve dil üretimlerinin anlamlandırmasında belirleyici olan tüm bu faktörler sosyal bağlam, sosyal bağlama göre değişen dil türleri de sosyal diyalekt olarak adlandırılmaktadır.
Dil ve Kültür İlişkisi
Tarih: 27 Ağustos 2011 | Bölüm: Dil Bilimi | Yorumlar: 1 Yorum var.
Kültür kavramı, bakış açısı ve yapılan araştırmanın türüne göre farklı biçimlerde tanımlanabilir. Kültür 18. yüzyılda Fransızca kanalıyla ortaya çıkan bir anlamıyla sanat, yaşama biçimi ve toplumsal kurumlar bakımından gelişmiş, diğer toplumlara göre ileri bir aşama olarak algılanır. Türkçede kültürlü (adam) türemesinde de bu anlam vardır. Antropolojik anlamda ise kültür insanın bir topluma aidiyetiyle miras olarak devraldığı maddi manevi değerler bütünüdür. Temel noktalardan hareketle genel bir tanımlama yoluna gidilirse kültür, bir toplumu diğerlerinden ayıran ortak yaşama biçimi ya da bireylerin toplumda yaşamak ve kabul görmek için edindiği bilgi, inanç ve deneyimlerin bütünüdür. Bu bilgi, inanç ve deneyimler genetik değildir, bir topluma özgüdürler. Bireylerin günlük yaşam içerisinde öğrendikleri, neyin nasıl yapılacağına dair ortak edinimlerdir. Kültür en genel haliyle maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayrılabilir. İnsanların ev bark biçimleri, kullandıkları çeşitli alet ve eşyalar, giyim kuşam tarzları, yeme ve beslenme biçimleri maddi kültür; dil, tarih, gelenek ve görenek, hukuk, ahlak gibi hayatın manevi yönünü ilgilendirenler de manevi kültür içinde yer almaktadır.
Dil ve kültür arasındaki ilişkiyi değişik boyutlarda ele almak mümkündür. Her şeyden önce dil kültürün taşıyıcısı ve tanığıdır. Bir milletin yaşayışına dair her türlü maddi ve manevi değerler dil ile ifade bulur, tarihten günümüze olduğu gibi günümüzden gelecek kuşaklara da dil ile taşınır. Toplumların eski yaşam tarzlarından, sanat ve estetik anlayışlarından, duyma, düşünme ve algılama biçimlerinden haberdar oluşumuz, önemli oranda dil verileri yoluyla mümkün olmaktadır. Elbette yazılı belgelerin olmadığı dönemden kalan dil dışı verileri araştıran bilim dalları varsa da dil malzemesi bulunmayan dönemlere ait kültürel verilerin belgelenmesi dil verilerindekinden daha güç olmaktadır. Dil, böylece kültürün taşıyıcısı olduğu gibi tanığı da olmaktadır.