- Çokbilgi.com - https://www.cokbilgi.com -

Dil Devrimi Tarihi

dil devriminin nedenleriYazı devriminden sonra, dili yönlendirme çalışmalarına duyulan ihtiyaç daha da su yüzüne çıkmış bulunuyordu. 1929 yılı Eylülü’nde Arapça ve Farsça derslerinin okullardan kaldırılması üzerine, yazarlar ve gazeteciler de ellerinden geldiğince bu dillerin sözlerini kullanmaktan kaçınmaya başladılar. Ancak, ortada Türkçe kelimeler için başvurulacak bir sözlük yoktu. Bu yüzden daha önce alfabe hazırlamak üzere görevlendirilmiş olan komisyon bu kez de yeni üyelerle güçlendirilerek sözlük hazırlama işi ile görevlendirildi. Yalnız, bu iş ile uğraşacak kimseler Türk dili üzerinde özel hazırlığı olan kimseler değildi. Sayıları da bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar azdı. Ayrıca, üyeler arasında, hazırlanacak sözlüğün niteliğine dayanan birtakım görüş ayrılıkları da vardı. Bu yüzden komisyon, çalışmalarını verimli bir sonuca ulaştıramadan 1931 yılında dağıldı. Bu durum karşısında, görülüyordu ki, dil işlerini düzene sokacak sürekli bir kuruluşa ihtiyaç vardı. Türk dilinin Tanzimat Dönemi’nden beri bir türlü çözüme götürülemeyen imlâ, gramer, sözlük ve terim gibi konuları ivedilikle çözüm bekliyordu.

Dilimizin yüzyıllar süren ihmalinden kaynaklanan tıkanıklığını giderip, ona kimliğini kazandıracak yönlendirme çalışmalarının başlatılması da aslında gündemde bekliyordu. Ayrıca, Türk dilinin Türk tarihi ile de sıkı bir bağlantısı vardır. Türk tarihi nasıl Osmanlı tarihinden ibaret değilse, Türk dili de yalnız Osmanlı dilinden ibaret değildi. Onun da Türk tarihine koşut olarak çok daha gerilere ve devirlere uzanan tarihi vardı. Bu nedenle, Türk tarihi gibi, Türk dilinin de zengin kaynaklarının bulunup işlenmesi ve gün ışığına çıkarılması gerekiyordu. Gerçi 1924 yılında Atatürk’ün direktifi ile, İstanbul Darül-fünunu’na bağlı olarak Prof. Dr. Fuat Köprülü tarafından kurulmuş olan Türkiyat Enstitüsü, Türklük bilimi konularında çalışıyordu. Ancak, dil ve tarih konularının bir toplumun, bir ulusun varlığı açısından taşıdığı özel önem dolayısıyla, bunlar için ayrı birer kuruluşa ihtiyaç vardı. 1929 yılından beri tarih ve dil konuları ile daha yakından ilgilenen Atatürk, tarihin dile, dilin tarihe yön vereceği, ışık tutacağı görüşünde idi.

Esasen, 2 Temmuz 1932 tarihinde toplanan 1. Türk Tarih Kongresi’nde, Türk tarihinin Türk dili ile bağlantısına yer veren konuşmalar da yapılmıştır. Bu bakımdan medeniyeti incelenen Türk kavimlerinin dil varlığı ihmal edilemezdi. İşte bu köklü düşüncelerin gereği olarak, Atatürk, 1. Türk Tarih Kongresi’nin kapandığı akşam, Çankaya Köşkü’nde yapılan görüşmeler sırasında, yanında bulunanlara: “Dil işlerini düşünecek zaman geldi, ne dersiniz?” sorusunu yönelterek “Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’ne kardeş bir de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin (daha sonraki Türk Dil Kurumu) kurulması” direktifini vermiştir. 12 Temmuz 1932 tarihinde, bütün resmî işlemleri tamamlanan bu cemiyetin kuruluşu ile dil devrimi de başlatılmış oldu.



Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin ilk taslağı da 11 Temmuz (1932) gecesi bizzat Atatürk tarafından çizilmiştir. Bu taslağa göre Cemiyet’te “sözlük-terim”, “gramer-sentaks”, “etimoloji” ve “dil bilimi” çalışmaları yapılacaktır. Hazırlanan tüzükte, Cemiyet’in amacı: “Türk dilinin öz güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasındaki değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” diye gösterilmiştir. Dil konusunun işlenerek geliştirilmesi ve dil davasının halka benimsetilebilmesi için belirli aralıklarla dil kurultaylarının toplanması da kabul edilmiştir. 26 Eylül-6 Ekim 1932 tarihleri arasında toplanmış olan 1. Türk Dil Kurultayı’ndan sonra Türk dili alanındaki çalışmaları yönlendirecek bir ana program hazırlanmıştır. Kurultay tarafından seçilen yeni Yönetim Kurulu, 17 Ekim 1932 tarihli bildirisinde yapılacak işlerle ilgili ilkeleri ana program niteliğindeki şu iki maddede toplamıştır:

1. “Türk dilini millî kültürümüzün eksiksiz ifade vasıtası hâline getirmek; Türkçeyi muasır (çağdaş) medeniyetin önümüze koyduğu bütün ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmelliyete erdirmek”,

2. “Yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış unsurları atmak; halkçı bir idarenin istediği şekilde halk ile münevverler (aydınlar) arasında birbirinden mahiyetçe (nitelikçe) ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak ve temel unsurları öz Türkçe olan millî bir dil yaratmak”.

Eğer böyle iki özlü maddede toplanmış olan ilkeleri biraz açacak olursak, Türk dili çalışmaları ile ilgili hedeflerin neler olduğu daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda Atatürk’ün çeşitli vesileler ile dile getirdiği ve dil devrimi ile ulaşmak istediği hedefler şu noktalarda toplanabilir:

1. Dilimizi, Osmanlıcanın Türkçeye zarar veren pürüzlerinden ayıklamak; yazı dilinden, Türkçeye yabancı kalmış olan unsurları atmak,
2. Aydınların dili ile halkın dili; konuşma dili ile yazı dili arasındaki Osmanlıca dolayısıyla ortaya çıkmış olan açıklığı kapatarak, dile millet varlığı içinde birleştirici ve bütünleştirici bir nitelik kazandırmak,
3. Türk diline kendi yapı ve işleyiş özelliklerine uygun millî bir gelişme yolu çizebilmek,
4. Türkiye Cumhuriyeti’nde öğretim birliğine paralel olarak eğitimi millîleştirmek ve öğretimi millî terbiyenin gerekli kıldığı bir millî eğitim diline kavuşturabilmek,
5. Türkçenin güzellik ve zenginliklerini ortaya koyabilmek, onu dünya dilleri arasındaki değerine yaraşır bir düzeye çıkarabilmek için, dilimizi bir bilim kolu olarak ele almak ve üzerinde kaynaklarına inen derinlemesine araştırma ve incelemeler yapmak,
6. Dile, kelime türetme olanakları bakımından işlelik kazandırarak Türkçeyi millî kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı yapabilmek; uzun vadede çağdaş medeniyet düzenin gerekli kıldığı kelime ve kavramları karşılayabilecek işlek ve zengin bir kültür dili durumuna getirebilmektir.

Dil devriminin dayandığı bu fikir temellerini özetledikten sonra, şimdi bir de uygulama yolundaki çalışmalara işaret edelim. Atatürk devrindeki Türk dili çalışmaları; dil devrimi ile ilgili çalışmalar ve bilimsel çalışmalar olmak üzere ikiye ayrılabilir. Dili özleştirme konusundaki çalışmalar, taşıdıkları bazı özellik ve ayrılıklar dolayısıyla kendi içinde 1932-1934, 1934-1936, 1936-1938 dönemine giren çalışmalar olarak değerlendirmek yerinde olur.

Dil devriminin 1932-1934 yılları arasındaki döneminde, yukarıda belirtilen hedeflere ulaşılabilmesi için, öncelikle dildeki Arapça, Farsça sözlere Türkçe karşılıklar bulunması, dolayısıyla Türk dilinin kendi söz varlığını ortaya koyması gerekiyordu. Bunun için bir yandan halk ağızlarından derlemeler yapılacak, bir yandan da eski yazılı kaynaklar ve sözlükler taranacaktı. Bu işlerin gerçekleştirilebilmesi için bir dil seferberliği başlatılmıştı. Ancak, 1. Türk Dili Kurultayı’ndan sonra kapsamlı ve mükemmel bir program hazırlandığı hâlde, o günün şartlarında, kurum içinde bu programı gerçekleştirecek hazırlıkta uzman kişiler ve bir bilim kadrosu bulunmadığı için, başlatılan dil seferberliği, yurdun her köşesindeki gönüllü aydınlar eliyle yürütülüyordu. Bu nedenle 1932-1934 yılları arasındaki dönem, dil devriminin uygulanması açısından bir ön hazırlık dönemi durumundadır. Tarama yolu ile elde edilen dil malzemesi, 1934 yılında Tarama Dergisi adıyla iki cilt hâlinde yayımlanmıştır.

Bu dönemde, bir yandan derleme ve tarama çalışmaları yürütülürken bir yandan da dile hangi ölçülerle el atılacağı konusu tartışılıyordu. Bu tartışmalar sırasında, Türkçenin hiçbir yabancı söze ihtiyacı olmadığı görüşünde direnenler vardır. Yapılan çalışmalarda devrimin verdiği heyecanla, 1839-1908 yılları arasındaki “tasfiyecilik” görüşü ağır başmış ve ön plâna geçmişti. Eğer Türkçe, söz varlığı bakımından, iddia edildiği gibi, yabancı dillerden hiçbir söz almayı gerektirmeyecek kadar zengin ise, halk ağızlarından ve yazılı kaynaklardan yapılacak derleme ve taramalar yabancı sözlerin yerlerini doldurabilecek nitelikte ise, bu yol neden denenmesindi? Elbette denenebilirdi. Denemeden çekinmeyen bir yenilikçi olan Atatürk, bu görüşü uygulamaya aldırdı. Öyle ki, böyle bir denemeye kendi demeç ve konuşmalarında bile yer vermekten çekinmedi. 3 Eylül 1934 tarihinde, Çankaya Köşkü’nde, İsveç Veliaht Prensi Güstav Adolf şerefine verdiği ziyafette yaptığı şu konuşma bunun tipik bir örneğidir:

Altes Ruayâl,
Bu gece ulu konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken duyduğum, tükel özgü bir kıvançtır. Burada kaldığımız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankısını bulacaksınız. İsveç Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, onu, bu iki ulus, ünlü, sanlı sözlerin derinliğinde sonsuz tutmaktadır. Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini o denli yaltırıklı yöntemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özene değer değildir. Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün, en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: Baysal utkusu.

Altes Ruayâl,
Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, Baysal içinde erk sürmenin gücü işte bundadır.
Ünlü babanız, yüksek kralınız Beşinci Güstav’ın gönenci için en ısı dileklerimi sunarken, Altes Ruayâl, sizin Altes Ruvayâl, Prenses Louise, sevimli kızınız prenses İngrid’in esenliğine; tüzün İsveç ulusunun gönencine içiyorum.

Aynı özellik, 26 Eylül 1934 tarihinde dil bayramı dolayısıyla verdiği kutlama demecinde de görülmektedir. Ancak, şu var ki, bu yöntemle yapılan çalışmalar beklenen sonucu vermedi. Derleme ve tarama yolu ile toplanmış ve Tarama Dergisi’nde yer almış olan malzeme, dilcilik açısından ciddî bir değerlendirme ve sınıflandırmadan geçirilmediği için, başta Atatürk olmak üzere hiç kimse için doyurucu olmamış ve bir dil kargaşasına yol açmıştır. Bu kargaşanın nedenleri iki noktada toplanabilir:

1. Uygulamalara kaynaklık etmek üzere Tarama Dergisi’nde toplanmış olan malzeme çok karışık bir yapıda idi. Çünkü, yalnız Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi ve Türkmence gibi Oğuz-Türkmen lehçeleri grubunda olan sözleri içine almıyordu. Tarihî gelişme koşulları ve dil yapıları bakımından birbirine oranla ayrılıklar gösteren Çağatay, Kıpçak, Altay vb. lehçelerden gelen sözleri de içeriyordu. Böylece, Türkiye Türkçesine özgü sözler ile, onun yapı ve işleyişi ile bağdaşmayan kelime ve şekiller sözlükte iç içe girmiş olduğundan herkesçe yadırganıyor ve ister istemez dili bir karışıklığa sürüklüyordu.

2. Tarama Dergisi’nde, Osmanlıca bir söz için çok kez üç beşten başlayıp on beş yirmiye kadar uzanan karşılıklar veriliyor ve bunlardan hiçbiri daha önceki yazı dilimizde bulunmuyordu. Yazarların, gazetecilerin ve bürokratların yazılarında bu sözlere gelişigüzel bir seçimle yer verilmiş; kullanışlarında ortaklaşa bir ölçünün yer almamış olması, dil seferberliğini bir çıkmaza doğru sürüklüyordu. Hattâ, her yazar, yazısını önce alışılagelmiş eski dil ve üslûpla yazıyor, sonra da Tarama Dergisi’nden aldığı karşılıklar ile değiştirmeye çalışıyordu. Burada kişiden kişiye değişen keyfi bir seçim söz konusu olduğundan bir yabancı söz için pek çeşitli karşılıklar geçebiliyor ve yazılanları kimse anlamıyordu. Söz gelişi bir “kanun” sözü için yazıdan yazıya değişen cosun, cosuk, çozal, nom, öñdü, salım, tere, tozak, tuzak, töre, tura, tutum, türük, tüzük, ülgü, yargu, yasa, yasak, yorum karşılıklarının devreye girmesi gibi.

Bu uygulamanın doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir çıkmaza doğru sürüklediğini gören Atatürk, tasfiyecilik yönündeki denemelerin önünü kesmiş ve görüşünü: “Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım”19 sözleriyle dile getirmiştir.

Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki dönemi, daha önce yapılan tarama ve derlemelerin bir ayıklamadan geçirildiği dönemdir. Bu dönemde, kurulan bir komisyonla Tarama Dergisi’ndeki Türkçe karşılıklar, bir Osmanlıca söze tek bir Türkçe karşılık bırakılacak biçimde elenmiştir. Türkçe karşılıkları bulunmayan Arapça ve Farsça sözler de olduğu gibi bırakılmıştır. Bu çalışmanın sonuçları Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu adlı iki küçük kılavuzda toplanmıştır. Bir yandan da kelime türetme yollarına başvurularak Türkçe köklerden yeni sözler türetilmeye başlanmıştır. Ilımlı bir özleştirme dönemi diye adlandırılan ve Güneş-Dil Teorisi’nin ilânına kadar süren bu dönem de ortaya koyduğu sonuçlar bakımından sevindirici olmuştur denemez. Çünkü, kılavuzda, Türkçe olmayıp da Türkçe gibi gösterilen veya yabancı dilden sağlıklı bir ölçüye vurulmadan gelişigüzel değiştirilerek alınmış şekiller yer alıyordu. Önce bu konuda yalnız Kılavuz Komisyonu çalışırken daha sonra bu çalışmaya Merkez Yönetim Kurulu üyeleri de katılmıştır. Ne var ki çalışmalar sırasında yine tartışmalar yapılıyor ve görüş ayrılıkları ortaya çıkıyordu. Ayrıca, dilimize Arap ve Fars dillerinden girdiği hâlde, Türkçenin potasında eritilerek Türkçeleşmiş ve dilin kendi malı olmuş bulunan devir, devlet, hatıra, hükûmet, kalem, kanun, kitap, kemal, kuvvet, millet, sabah gibi sözlerin dilden atılması da kolay olmuyordu. Artık halkın malı olmuş bu sözler nasıl atılabilirdi?

Yapılan çalışmaları ve tartışmaları yakından izleyen Atatürk, bu gibi Türkçeleşmiş sözlerden fedakârlık edilmemesi gerektiğini, çıkarılan cep kılavuzlarının, aşırı özleştirmenin yol açtığı karışıklığı gereğince dizginleyemediğini görüyordu. Kılavuzda yer alan 8.000 kelimelik bir dil malzemesi ile konuşmak da, yazmak da mümkün değildi. Artık sınırlı ve tutarlı bir yol izlemek gerekiyordu. Atatürk bu konudaki görüşünü Kılavuz Komisyonu’nun başkanı olan Falih Rıfkı’ya şu sözlerle açıklamıştır: “Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon hâlinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lûgattan ibaret. Bu tarama dergileri, cep kılavuzları ile bu dil işi yürümez. Falih Bey; Biz Osmanlıcadan ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz.”

Bu sözler, Atatürk’ün yabancı kökenli oldukları hâlde, artık Türkçeleşmiş olan sözlerin dilden atılamayacağı görüşünde olduğunu ortaya koyuyordu. Özleştirme çalışmaları kısa vadeli temelsiz tedbirler ile ve gönüllüler ile gerçekleştirilemezdi. Bu iş bir kültür ve bilim işiydi. Bu konuda önce bilimsel hazırlığın yapılması ve dile sinmiş Türkçeleşmiş sözler ile daha yabancılık damgasını üzerinden atmamış sözleri birbirine karıştırmamak gerekiyordu.

Dilden atılacak olanlar, kendi kalıbı ve kuralları ile dile girmiş ve halkça benimsenmeyip dile yabancı kalmış olan sözlerdi: Özleştirme çalışmalarında ikinci türden olanlar üzerinde durulmalıydı. Nitekim, Atatürk’ün 1. dönem sonunda, dil bayramı dolayısıyla gönderdiği ve yukarıda ilgili bölümde işaret edilen kutlama telgrafında kullandığı dil ile bu dönem sonunda gönderdiği kutlama telgrafındaki dil farkı, bu durumun açık bir tanığıdır. Gönderilen telgrafın metni şöyledir:

Dil bayramını mesai arkadaşlarınızla birlikte kutladığınızı bildiren telgrafı teşekkürle aldım. Ben de sizi tebrik eder ve Türk Dil Kurumu’na bundan sonraki çalışmalarında muvaffakiyetler dilerim.K. Atatürk.

Yukarıda belirtilen nedenlerle Atatürk 1936 yılından sonra tasfiyecilik yönündeki uygulamalara iltifat etmiştir.

|» Dil Devrimi Sayfasına Dön! «|

ÇokBilgi.Com

Dil Devrimi, Yazı Devrimi