Günlük Yazmanın / Tutmanın Önemi
Tarih: 20 Ocak 2013 | Bölüm: Edebiyat | Yorumlar: 17 Yorum var.
Günlük, birçok gencin özellikle ilköğretim dönemlerinde merak saldığı; fakat belli bir süre sonra merakını yitirdiği bir yazın türü, ayrıca yararlı bir ilgi alanıdır. Hemen hepimiz, öğretmenlerimizin veya arkadaşlarımızın teşvikiyle önceleri istek ve heyecanla bir günlük tutma işine giriştiğimizi hatırlarız. Fakat neden sonra çoğumuzun merakı söner, ilgi ve heyecanı gittikçe azalır. Bu süreç, birkaç sayfa tutulan günlüğü günler, aylar veya yıllar sonra gördüğümüz anda tekrar canlanmaya çalışır ve onun değerini anlayabilenler tarafından artık aksatılmadan sürdürülen bir “görev” hâline gelir.
Çevremizdeki birçok insan, günlük tutmanın ne kadar yararlı bir şey olduğuna dair düşüncelerini sıralayıverir; fakat nedense bu işi kararlılıkla sürdürebilmeyi çok az insan başarabilir. Peki neden? Bu yazımızda günlük yazmanın neden ihmal edilerek tozlu raflara terk edildiğini ve günlük yazmanın bilişsel / düşünsel anlamdaki önemi üzerinde duracağız.
Genç yaşta günlük tutma alışkanlığını kazanan bireylerin, sosyal ilişkilerde ve akademik hayatlarında ciddi anlamda başarılı oldukları, birçok edebiyat tarihçisi ve bilim insanı tarafından ortaya konmuştur. Çünkü günlük (nedir?) yazmak, insanın kendisiyle hesaplaşabileceği, gününü ne derece dolu geçirdiğine dair bir gün sonu çetelesini ortaya koyabileceği, eleştirel becerilerini geliştirecek sorguları bir bilim insanı tutumuyla sunabileceği ve dahası hayatının en önemli anılarını bir tarihi vesika hâline getirebileceği bir fırsattır. Şimdi bu paragrafı açacak nitelikte günlük yazmanın yararlarını maddeler hâlinde inceleyelim:
Günlük – Günce
Tarih: 7 Ekim 2011 | Bölüm: Günlük | Yorumlar: 2 Yorum var.
Günlük Örnekleri
Tarih: 7 Ekim 2011 | Bölüm: Günlük | Yorumlar: 12 Yorum var.
ÖRNEK 1:
Hacivat’ın Günlüğü’nden
27 Şubat Dolmuşta yanıma yaşlı bir kadın oturdu. Arkasından otomobile atlayan adam:
– Manton yerlerde sürünüyor.
– Ben kendim sürünüyorum, mantom sürünmesin mi? Ağzı kalabalık bir kadındı. Araba kazası geçirdiğini,
ayaklarının bu yüzden sakat kaldığını çakçaka ile anlattı. Ben, Dil Kurumu durağına gelince dolmuştan nasıl çıkacağımı düşünüyordum. Kadın inmezse benim çıkmam çok zor olacaktı. Bir gün önce de ayağı sakat bir adam vardı dolmuşta. Tam kadının oturduğu yerde. Ben de ikinci sırada aynı yerdeydim. İnmek için iyiden iyi cambazlık yapmak zorunda kalmıştım.
Kızılay’a geldiğimiz vakit dolmuş şoförü kadına nereye gideceğini sordu.
Çankaya’ya.
Ver paranı
Benden para alma, yoksulum ben.
Buraya kadar geldin (Büyük postanenin önünden binmişti), artık in de yeri boşuna kapatma.
Bari elli kuruş vereyim, yok param.
Ben bir an kadının inmesiyle, Dil Kurumu durağında benim de sıkıntı çekmeyeceğimi düşündüm ve şoförün, kadını indirmek istemesini çok yerinde buldum. (Evet, evet sevindim)
Nedir, o anda Hans Fallada’nın Küçük Adam Ne Oldu Sana’sındaki Karla’nın sözleri geçti kafamdan: Ama ben onları hırpalamak istemiyordum. Onlardan hoşlanmak, onları sevmek istiyorum. Bir canavar olmak istemiyorum.”
Bu kez, biraz önceki canavarlığımı kendime bağışlatmak için çıkardım, kadının dolmuş parasını verdim. Benim bu davranışım, en arkada oturan bir başka kadını da coşturdu. O da yaşlı kadına bir iki buçukluk tosladı.
Bununla dönüş parası yaparsın.
Ey gelecekteki okur, bu sözlerimde bir sahtecilik sezdinse memnun olurum. Evet, var burada bir sahtecilik. Çünkü arka sıradaki kadın, kesesine benden sonra mı, benden önce mi davrandı, kesin olarak bilmediğim halde önceliği kendime mal ettim. Ama bu, iyilikseverliğin, budalalık gibi bulaşıcı olduğunu söylememe engel olmaz sanırım.